Kriter > Açık Oturum |

"Dış Politikada Söylem Değil Eylem Zamanı"


Açık oturum bölümünde Beril Bedeoğlu, Burhanettin Duran, Hasan Basri Yalçın ve Fahrettin Altun güncel konular üzerinden türk dış politikasının önündeki meydan okumaları ve imkanları masaya yatırdı.

Açık oturum bölümünde Beril Bedeoğlu, Burhanettin Duran, Hasan Basri Yalçın ve Fahrettin Altun güncel konular üzerinden Türk dış politikasının önündeki meydan okumaları ve imkanları masaya yatırdı.

Fahrettin Altun: Kriter dergisinin ilk açık oturumuna hoş geldiniz. Suriye iç savaşı ve bu krizin Türk dış politikasına etkileriyle başlayalım. Şu anda Türkiye, Suriye krizi ile yüzleşirken ne tür sıkıntılarla karşı karşıya?

Beril Dedeoğlu: Ben genel olarak Türk dış politikasını iki düzeyde ele alıyorum. Çünkü 2000’li yıllardan itibaren uygulanan dış politikanın iki ayaklı bir yanı var. Birinci ayak devletten devlete, hükümetten hükümete yapılan siyaset. Diğeri de kamu diplomasisi diyebileceğimiz, devletin karşı devletin toplumuna değmesi düzeyinde yapılan siyaset. Devletten devlete ilişkiler bağlamında Türkiye’nin Suriye politikasında büyük çıkmazlar olduğunu söylemekte yarar var. Çünkü Suriye’de ortada Türkiye’nin muhatap alacağı bir devlet söz konusu değil. Evet, bir hükümet var fakat bu hükümetin başındakiler hukuk açısından meşru olsa da insani açıdan çok meşru olmayan siyasi muhataplar.

Bence onun da ötesinde Esed’in arkasında Rusya unsuru var. İran gibi aradaki oyuncuları da değerlendirmiyorum. Suriye meselesinde Türkiye’nin muhatabı doğrudan doğruya Rusya olmuş durumda. Bu Türkiye’yi zorda bırakıyor. Çünkü karşımızda bir büyük oyuncudan bahsediyoruz. Üstelik Suriye denildiğinde ikinci oyuncu da ABD. Yani biz yerel güçler dahil, bölge devletlerinden çok bahsedemez durumdayız. Bu iki büyük gücün burada çok belirleyici ve düzenleyici yapıya ulaştığını görüyoruz. Bunun da Türkiye nedeniyle bu hale geldiğini söylemek hiç mümkün değil. Yani ‘Türkiye’nin bir önceki dönemde uyguladığı siyasetin sonucunda Rusya dahil oldu, ABD dahil oldu” meselesi değil.

Bir parantez açarak söyleyeyim; Rus uçağı düşürülmemiş olsaydı da başka bir neden bulunacaktı Türkiye ile Rusya’yı muhatap haline getirmek için. Dolayısıyla en büyük çıkmaz, Suriye meselesinde iki süper güç ile Türkiye’nin yüz yüze gelmiş olmasıdır. Bunu dengelemek, öngörüde bulunmak hiç de kolay değil. Nedeni de gayet açık. Çünkü Amerika ile Rusya’nın, aralarında hangi konularda anlaşmaya vardıklarını, hangi konularda anlaşmazlığa düştüklerini görüştükleri masada Türkiye yok.

İkinci düzeyde, yani devletin topluma değme düzeyinde ise Türkiye’nin çok ciddi bir sıkıntısı olduğu kanaatinde değilim. İç kamuoyu ile çok paylaşılmamış olsa da Türkiye’nin Suriye halkları üzerinde destekleyici bir siyaseti var ve bu devam ediyor. Dünya kamuoyundaki “Türkiye’nin sadece Sünni Müslümanları desteklediği, diğerlerine yardım elini uzatmadığı hatta bunun birtakım örgütlere yardıma varacak kadar ileri gittiği” yönündeki savlar gerçekliği yansıtmıyor. Suriye’deki her halka, yani kendi sınırına gelmiş, kendisinden yardım talep eden her kesime eşit mesafede bir siyasi pozisyon aldı Türkiye. Belki Türkmenler konusunda çok etkili olmamış olabilir ama sonuç itibariyle DAEŞ baskısından kaçan çok sayıda Kürde de kapısını açtı, Sünnilere de açtı. Kim geliyorsa açtı.

“ABD’nin Suriye tavrı hiçbir zaman çözüm yönünde olmadı”

Fahrettin Altun: Bir taraftan da “Suriye krizine Türkiye ‘aşırı müdahil’ oldu, bu da Türkiye’yi Batı nazarında ciddi anlamda sıkıntıya soktu hatta yalnızlaştırdı” diye bir eleştiri söz konusu. Bu eleştiriyi de değerlendirerek Suriye krizinin Türkiye’ye maliyetleri konusunda ne söylersiniz?

Hasan Basri Yalçın: Suriye krizinde mesele ne zaman Türkiye’ye gelse, gerçeklikten çok imajı konuşmak mecburiyetinde kalıyoruz. Çünkü Türk dış politikasıyla ilgili değerlendirmelerin, Batı kamuoyunda yapıldığı hali ile Türkiye’de yapıldığı hali çok ciddi farklılıklar arz ediyor. PYD meselesinde, Esed meselesinde ve daha birçok alanda Türk devletinin belli bir bakış açısı var. Ama Batı’dan Türkiye’ye yöneltilen eleştirilerde, aslında Türkiye’yi sürekli belli bir mecraya çekmeye yönelik çabalar var.

Asıl itibarıyla Suriye meselesinde Türkiye olarak geldiğimiz noktada artık iki farklı Suriye’den bahsediyoruz. Bir Suriye krizinin başladığı dönem var, bir de bugün geldiğimiz dönem var. Birincisi, bölgede Türkiye’nin en büyük sınırını paylaştığı komşusunda gerçek anlamda bir siyasal dönüşüm ve bunun nereye gideceği meselesiydi. Bu noktada değişimden mi, statükodan yana mı pozisyon alacaksınız. Türk dış politikasının o dönemki gündem maddesi buydu. Düşmekte olan çeşitli rejimler vardı ve dolayısıyla Suriye’de de rejimin düşeceği öngörülüyordu. Türkiye buna göre bir pozisyon belirledi.

Zaman içerisinde savaşın kilitlenmesi, bir vekalet ve yıpratma savaşına dönüşmesinin ardından ise artık Türkiye yeni bir gündemle karşı karşıya. Bu yeni gündemi Türkiye’nin ve bütün devletlerin tanıması gerekiyor. Ben yeni gündemin aslında tipik bir sıkışmışlık hali olduğu ve dolayısıyla Suriye’de barışçıl bir çözümden yana hiçbir fikrin olmadığı bir döneme girdiğimizi düşünüyorum.

Aslında bir sıralama yaparsak Suriye’nin bugün bu noktaya gelmesinin belki de en önemli sorumlularının başında Amerika geliyor. Amerika’nın Suriye’ye yönelik tavrı, başından itibaren çözüm yönünde olmadı. Çözüm için adım atmaktan özellikle kaçındı ve bölge ülkelerini cesaretlendirmeyi tercih etti. Hatta bölge ülkelerini cesaretlendirdiğinde varılacak sonucun ne olduğunu da çok hesaplamadı. Bugün Suriye’de ben şöyle bir resim görüyorum. Bir, Suriye’de Amerikasız çıkış yok. İki, Amerika’nın Suriye’ye müdahil olmaya niyeti yok. Üç, Rusya’yı hesaba katmadan Suriye’de bir çözüm yok. Dört, Türkiye’yi hesaba katmadan Suriye’de bir çözüm yok. Yani hiçbir aktör Suriye’de tek başına bir çözüm üretebilecek gibi gözükmüyor. Amerika’nın da duruma müdahil olmayacağı düşünülürse bu kilitlenmişlik hali devam ediyor. Bu halde her ülkenin kendine has duyarlılık alanları gelişti. Türkiye için aslında bugün Suriye’de en önemli alan PYD ve Kuzey Suriye bölgesi. Türkiye’nin ve bütün aktörlerin kendileri için odaklandığı yerler kırmızı hatlarla belirlendi ve paylaşıldı. Dolayısıyla yeni dönemde Türkiye’nin dış politikasını belirleyen şey aşağı yukarı bu olacaktır.

“Türkiye’nin yaşadığı türbülansın da ana sebebi Suriye krizi”

Fahrettin Altun: Böyle bir ortamda Türkiye’nin yapabilecekleri ve yapması gerekenler neler? Suriye krizinde takınılması gereken tutum ne? 2011’in Mart ayından bu yana izlenen politikanın muhasebesi yapıldığında bundan sonra neler yapılmalı?

Burhanettin Duran: Suriye krizinin başladığı nokta ile bugün geldiğimiz yer açısından bir farklılaşma olduğu çok net. Ancak ‘Suriye krizi nerede durur” sorusuna cevap vermek lazım. Suriye krizi gerçekten çok kritik bir nokta. Bir kere Birinci Dünya Savaşı sonrası kurulan düzenin gerçekten farklı bir yere evrildiği bir aşamadayız. DAEŞ’in kendince Sykes-Picot’yu ortadan kaldırdığı tartışması değil bu. Artık bütün aktörler biliyor ki Ortadoğu’da bir şeyler değişecek. Suriye ve Irak başarısız devlet konumuna gelmiş. Transnasyonal, DAEŞ gibi örgütler ortaya çıkmış. Kürt milliyetçilerinin kendince çok uzun süreden beri besledikleri devlet hayaline en azından otonom bölge olarak yaklaşabildiklerini düşündükleri, bunun için de ABD ve Rusya’dan ciddi destek buldukları bir dönemdeyiz. Tabii resmi açıklamalar böyle bir şeyin istenmediği yönünde ama fiili olarak baktığımızda durum farklı. Bu Türkiye ve Suudi Arabistan gibi bölgesel güçlerin kendi varlıklarını eskisi gibi devam ettirme konusunda da bir takım güvenlik sorunları yaşadıkları bir dönem demek. Dolayısıyla bölgesel güçlerin sadece birtakım hırsları gösterdikleri değil, aynı zamanda ciddi tehditlerle de karşı karşıya oldukları bir yerdeyiz.

Fahrettin Altun: Peki, buraya nasıl gelindi?

Burhanettin Duran: Arap isyanları denilen isyanların yönetilme şekliyle buraya gelindi. Bu da analizin ikinci düzlemi oluyor. Obama’nın belirli bir politikası var, çok seçmece müdahil oldu meseleye ama çözmek için değil sadece mevzi bazlı kazanımlar elde etmek için bunu yaptı ve getirip meseleyi DAEŞ üzerine oturttu. Suriye krizini çözmek için aslında hiçbir şey yapmadı. Aksine krizin büyümesine katkıda bulundu. Mesela en başta ılımlı muhaliflere yeterli bir destek verilseydi hatta iddia ediyorum PYD-YPG’ye verilen destek ılımlı muhaliflere verilseydi bugün çok farklı bir yerde olabilirdik. Mesela Rusya bu kadar müdahil olmadan bu yapılsaydı çok farklı olurdu. Böyle baktığımızda aslında bütün aktörlerin Suriye politikalarının tartışıldığı bir yerdeyiz. Amerika’da sonradan, “Biz lrak’ta nerede hata yaptık” diye kitaplar yazıldı. Şimdi aynı şeyi Suriye için yapabilirler; “Suriye’de nerede hata yaptık. Keşke Türkiye’yi dinleseydik” diye. Bu onlar için bir lüks olabilir. Ama Türkiye ve bölge ülkeleri için böyle bir lüks yok. Türkiye, Suriye meselesinden en fazla etkilenen ülke. Ben bu ikinci düzlemin bütün aktörlerin dış politika perspektiflerini yeniden ele almalarını gerektiren bir kaotik kriz olduğu kanaatindeyim. Söz gelimi, Obama’nın 2013’te “Türkiye’nin büyük ordusuyla niye Suriye meselesine müdahil olmadığı” üzerinden Türkiye’yi “fiyasko” olarak nitelemesi, başlı başına başka bir fiyaskodur. Türkiye’yi de Suriye’nin içerisine sokarak kim bilir ne kadar daha büyük bir cehenneme dönecekti bölge.

Üçüncü düzlem, Türkiye’nin kendi dış politikasıdır. Burada Türkiye, Suriye krizi öncesinde yumuşak güç etrafında, diplomasi, işbirliği, ekonomik entegrasyon üzerinden yürüttüğü siyasetinde artık sert güçlerin ne kadar önemli olduğunu, güvenliğin eskiden olduğu gibi ne kadar kritik bir konu olduğunu görmek zorunda kaldı. Yabancı savaşçılardan PKK-YPG tehdidine ve mültecilere kadar bir dizi sorunla aynı anda yüzleşmek zorunda kaldı. Ben Türkiye’nin son üç yıldır yaşadığı türbülansın da ana sebebi olarak Suriye krizini görü- yorum. Yani bu sadece bir dış politika meselesi değil, aynı zamanda iç siyaseti de çok derinden dönüştüren bir şey. Tek sebep bu değil ama çok önemli bir katalizör görevi üstlendiği kanaatindeyim. Dolayısıyla aslında Suriye krizinden çıkış, bir yönüyle de Türkiye’nin kendi iç türbülansından çıkışı anlamına geliyor.

Fakat bunun bir süre daha devam edeceğini varsayıyoruz. Çünkü büyük güçlerin temel tercihleri çerçevesinde bir kilitlenmişlik yaşanıyor aslında. Hem kendileri daha aktif müdahale ederek sorunu çözmüyorlar hem de bölgesel güçlerin rekabetine açarak meseleyi kilitliyorlar. Hatta yerel aktörleri de güçlendirerek daha yeni çatışmaların alt zeminini hazırlıyorlar. İleride Kürtler ile Arapların, Kürtler ile Türklerin çatışma alanlarını besliyorlar. Bütün bu düzlemde Türkiye’nin Suriye meselesinde hem genel çerçevede hem de spesifik konularla ilgili olarak yeni değerlendirmelere ihtiyacı var.

Fahrettin Altun: Bu spesifik konularla ilgili ana başlıklar neler?

Burhanettin Duran: Bir kere Türkiye, sert güç kullanımı meselesini, kendisini savunma meselesini yeniden ele almak zorunda. Terörle mücadele ve bunun siyasetle ilişkisini yeniden gözden geçirmek zorunda. Büyük güçlerle, yani ABD ve Rusya ile olan ilişkilerini yeniden yapılandırmak zorunda. Bölgesel güçlerle ilgili de birtakım yeni yapılanmalar gerekiyor. Bu tabii şu an için akışkan bir konumda görünüyor. Bazen bir ülke bir konuda yaklaşıyor, bazen başka bir ülke bir konuda yaklaşıyor. Bu sadece Türkiye’nin sorunu da değil aslında. Masadaki diğer bütün güçlerin hepsinin sorunu. Bütün bu düzlemde henüz taşlar tam oturmuş değil. Bir taraftan bir kilitlenme var ama öbür taraftan da her aktör sahada bir şeyler yapmaya çalışıyor. Bu ikisinin aynı anda olması ve her birisinin de Türkiye’yi direkt etkilemesi sebebiyle Türkiye çok tartışmalı birçok konunun gündemi olmaya devam edecek.

“DAEŞ, Türkiye’yi Suriye’ye müdahaleye zorluyor”

Fahrettin Altun: Yeni dönemde Suriye konusunda Amerikan dış politikasında bir değişim bekliyor musunuz?

Beril Dedeoğlu: Bunun yanıtı ne evet ne hayır. Bana kalırsa ana eksen değişmez ama uygulama biçimleri değişir. Bir bölgeyi, bir lideri, bir siyaseti yönlendirici baskının yapılma biçimleri birbirinden farklıdır. Asker de gönderebilirsiniz, diplomatik yolları da kullanabilirsiniz. Dolayısıyla iktidara her kim gelirse gelsin tarzda farklılık olacağını düşünüyorum. Sadece şöyle bir endişem var; cumhuriyetçilerin gelmesi halinde askeri baskının artması ve diplomatik kanalların daha sınırlı tutulması ihtimali daha yüksek. Gerçi demokratlar geldiğinde de cumhuriyetçilere yakın bir çizgi izleyebilirler. Bunu Rusya’nın telaşından anlıyoruz. Rusya’nın böyle bir silahlı pozisyon alması ve yangından mal kaçırırcasına bir alan kazanma telaşı, Amerika’nın bundan sonra biraz daha askeri güvenlik öncelikli siyaset uygulayacağını gösteriyor.

Suriye özelinde şunu söylemeliyiz; her ne olursa olsun Esed’in kaderine bağlı bir dış politika sürdürme aşaması çoktan aşıldı. Bu artık Türkiye’yi de çok ilgilendiren bir şey değil. Çünkü şu an başka bir etaba geçildi. Buradaki temel problemimiz, özellikle DAEŞ’in Türkiye’yi askeri anlamda Suriye’ye müdahaleye zorlaması. Daha önce başka koşullarla davetiye çıkarıldı, bugün DAEŞ’le çıkarılıyor. Fakat Rusya da oradaki varlığı ile bu müdahalenin yapılmaması yönünde bir baskı oluşturuyor.

Türkiye’nin Suriye özeliyle ilgili önümüzdeki dönemlerde tercih yapması gereken üç konu olduğunu tahmin ediyorum. ABD’nin bundan sonra takınacağı tavır ve Putin siyasetinin de değişmeyeceği varsayımı altında bu kararları verecek. Birincisi, doğu ile batı arasında tampon pozisyonunda kalması. Yani DAEŞ ya da istikrarsız rejimler ile NATO’nun ve Avrupa Birliği’nin dış çeper tamponu. Türkiye kendisine daha önce de önerilen bu pozisyondan aslında çok da memnun olmadı. İkincisi, askeri anlamda angaje olmuş Türkiye. Bu da Suriye’ye askeri anlamda müdahale etmek, DAEŞ, Rusya ve diğer bir dizi oyuncu ile kafa kafaya gelmek ve askeri olarak bu batağın içerisine girmek demek. Bu, Türkiye’yi bu yöne teşvik edenlerin, büyük ölçüde Rusya ve İran ilerlemesinin Türkiye tarafından durdurulması beklentisine dayanıyor. Yani, “Bizim askerimiz heba olacağına Türk askeri heba olsun” bakış açısına dayanıyor. Bu çok denendi ama Türkiye bundan imtina etti. Hala da direniyor. Türkiye’ye baskı yapılan üçüncü mesele ise Türkiye’yi daha fazla NATO ve Batı ittifakının tasarımlarına uygun hale getirmek ve bunun da Rusya karşıtı bir pozisyona denk gelmesini sağlamak. Kabul etmek lazım ki Putin de aslında buna uğraşıyor. Yani Türkiye’yi kızdırarak daha fazla NATO çizgisine itiyor.

Bu tercihler içinde hangisini seçtiği aslında Türkiye’nin Suriye sınırında kimin olmasını istediğinin kararı da olacak. Temel sorun bu. Suriye’de hiçbir oyuncu tek başına oyun kuramaz. Türkiye de kuramaz. Yalnız Türkiye kurulmak istenen oyunu bozabilir. Bugün Türkiye o oyunu bozma çabası içerisinde. Tercihini yaparken de “Benim Suriye sınırımın dışında kim olacak” sorusuna karar vermesi gerekecek.

Aslına bakarsanız en makul senaryo tıpkı Kuzey lrak’ta olduğu gibi buradaki Kürtlerle iyi bir ilişkisinin olması idi. Nasıl Erbil yönetimi ile Türkiye sınır güvenliği ve terörle mücadele konusunda birlikte çalıştıysa, bunun Suriye Kürtleriyle de yapılması mümkün olabilirdi. Ama buna, Türkiye’nin muhatap alınmasına izin verilmedi. Şimdi bu şartlar altında Türkiye açısından ya sınırında PYD’nin temsil ettiği Kürtler ya da DAEŞ olacak. Türkiye her ikisini de istemediğini söylüyor. Ama böyle bir gerçeklik de var. Sınırında kim olacağına karar vermesi Türkiye’den basınçla istenen bir durum. Yani “Ona değil, buna karar ver” deniliyor. Bunu diyenlerin tam karşısında da, “Hayır ona destek vermeyeceksin” diyenler var. Esas çıkmaz da burada.

Şunu da söylemek lazım; geleneksel olarak Türkiye’nin Batı ittifakıyla olan ilişkisi, Ortadoğu ülkeleriyle olan ilişkisini belirlerdi. Yani sırtını Batı’ya dayayıp yüzünü Ortadoğu’ya çevirerek siyaset üretilirdi. Bugün Türkiye’nin Ortadoğu’da atacağı adımlar Batı ile olan ilişkisini belirliyor. Türkiye’nin böyle bilinçli bir tercihi yoktu. Koşullar ve gelişmeler biraz bu şekilde oluşmasını sağladı. Dolayısıyla bu üç tercihi doğu komşularına bakarak yapacak ama bu bütün Batı ilişkilerini belirleyecek.

Fahrettin Altun: ABD’nin PKK-PYD özdeşliğini kabul etmemesi Türk-Amerikan ilişkilerinin ihtilaflı unsurlarından. Bu meseleler yeni dönemde Türk-Amerikan ilişkilerini nereye götürecek?

Hasan Basri Yalçın: Amerika’da ister Trump gelsin ister Clinton gelsin, stil farklılıkları olacaktır ama Suriye’de Amerika’daki yeni yönetimin çözümden yana ciddi tavır almasını da beklememek lazım. Hem Trump hem de Clinton yaptıkları açıklamalarda aslında Suriye’de yeni dönemde çözüme dair hiçbir planları olmadıklarını dile getiriyor. Bunun yanında Obama’nın politikası aslında Amerika’da bir devlet politikası halini almaya başladı. Amerika’nın doğrudan doğruya Suriye gibi krizlere müdahil olmasını engelleyecek bir planlamaya geçildiğini görüyoruz. Dolayısıyla yeni bir başkan bir tarz farklılığı yaratabilir ama asıl itibariyle orta ve uzun vadede Suriye’de Amerika’nın çok daha maliyet yüklenici bir tavır almayacağını düşünüyorum.

Bu noktada Türkiye’nin asıl beklentisi ise Amerika’nın daha aktif bir tutum takınmasıdır. Türkiye, Suriye’de kendi başına bir çözüm üretmeyecekse Amerika ile birlikte hareket etmeli. Amerika’nın Suriye’ye daha fazla müdahil olması nasıl sağlanabilir. Bunun için ben üç senaryo düşünüyorum. Birinci senaryo, Türkiye’nin şu anki durumu devam ettirmesi. Şu anki durum kilitlenmişliği tercih eden ama çok yüksek maliyeti olan bir durum. Türkiye, Suriye çerçevesinde hem terör örgütleri hem göç sorunlarını ciddi anlamda yaşıyor. İkinci tercih asıl itibarıyla Amerika’yı Rusya’ya veya diğer aktörlere karşı tutum almaya zorlamak olabilir. Türkiye şunu deneyebilir; artık Rusya ve İran gibi aktörleri devreye sokmanın vakti belki de gelmiştir.

“Türkiye’nin Suriye’de bir numaralı meselesi PYD’dir”

Fahrettin Altun: Rusya ve İran ile ilişkilerin düzeltilmesinde mi bahsediyorsunuz?

Hasan Basri Yalçın: İlişkileri düzeltmek mi olur, en azından Amerika’yı tedirgin etmek mi olur. Bu anlamda Türkiye’nin adım atabileceğini düşünüyorum. Mesela İran ile yapılacak çeşitli müzakereler, Amerikalıların bu konuda daha fazla maliyet yüklenmek mecburiyetinde kalabilecekleri bir resmi doğurabilir. Rusya ile müzakereler başlatılabilir mi? Bugün Putin’in çok sert tavır aldığını, Türkiye’yi kızdırmak için elinden geleni yaptığını biliyoruz. Ama şu haliyle dahi Türkiye’nin bunu deneyemeyeceği de söylenmemeli. “Esedli mi, Esedsiz mi” ya da “Demokratik dönüşüm olacak mı, olmayacak mı” meselelerini artık geçtik. Şu an Türkiye’nin Suriye’de bir numaralı meselesi PYD’dir. Dolayısıyla Türkiye, PYD meselesine odaklanabilmek için elindeki bütün müzakere imkanlarını kullanmak durumundadır. Bu Rusya ile olur, İran ile olur, Amerika’yı yeniden devreye sokmak adına her şekilde yapılabilir.

Üçüncü seçenek de doğrudan doğruya PYD tehdidi ile Türkiye’nin yüzleşmesidir. Çok riskli ve maliyetli gibi gözüküyor ama Türkiye’nin PYD üzerine Kuzey Suriye’de yapabileceği bir eylemin de gerçekleştirilebilir olduğunu düşünüyorum. Bu eylemin sonuna kadar sürdürülmesi gerekmiyor, sadece uluslararası kamuoyunu veya Amerika’yı sistemin içine çekmek için bu tür tavırlar sergilenebilir.

Burhanettin Duran: Aslında Suriye krizi, sadece Türkiye için değil, diğer birçok aktörün dış politika yaklaşımlarında önemli değişiklikler getirdi. Amerika’da, “Biz lrak’ta yanlış yaptık, fazla müdahale ettik” dersinin aslında iki partiyi de kavrayan bir şey olduğunu görmeye başladık. Trump’ın iktidara gelmesi durumunda bir iş adamı yaklaşımıyla aslında Obama’nın farklı bir versiyonunu üretmesi çok da mümkün. Bedavacı güçlerin maliyeti paylaşması gerektiği tezi artık Amerika’da oturmuş görünüyor. Obama aslında bütün Amerika’da bunu benimsetti. Suriye meselesinin bütün unsurlarını da Amerika’nın ana aktör olarak bu davranışına bağlı diğer aktörlerin alacağı pozisyonlar belirleyecek. Bir süper gücün oluşturduğu boşlukla ve istediği şekilde müdahil olmasıyla yüz yüzeyiz. Aslında müdahil olmuyor değil, oluyor. Türkiye ile de en büyük sorun zaten nasıl bir Suriye’nin şekilleneceği konusunda birleşememiş olmalarıdır. Rusya’nınki belli veya İran’ınki belli ama Amerika’nınkinin en yakın olması gerekirken onun da gerçekleşmediğini görüyoruz. Türkiye açısından hem Esed’in gitmesi hem de orada ılımlı muhaliflerin etkili olması ama PYD’nin etkili olmaması üzerine bir plan var.

“Avrupa, terörle mücadele meselesinde Türkiye’yi anlamıyor”

Fahrettin Altun: Türkiye-AB ilişkilerinde mülteciler meselesi önemli bir unsur halini aldı. AB ile ilişkilerde mülteciler üzerinden yaşanan bir farklılaşmadan bahsedebilir miyiz?

Burhanettin Duran: Mülteci meselesi de Suriye krizinin önemli insani boyutu. Bir taraftan da Suriye’nin geleceğini şekillendirecek en önemli konu aslında. Türkiye’de sayısı 3 milyona yaklaşan mültecilerin ne olacağı, Türkiye’nin sadece Suriye’yi değil, tüm Arap dünyası ile olan etkileşimi, hatta bir takım dolaylı etkileri açısından Türkiye’deki Kürt meselesiyle de bağlantılandırılacak bir konudur. O yüzden mülteci meselesi Avrupa ile olan ilişkileri bir tazelemeye götürür gibi görünüyor ama ben doğrusu bu kadar sorun üzerinden Avrupa’nın sıkışmışlıktan kaynaklanarak Türkiye’ye yaklaşımının kapsamlı bir politikayla sonuçlanmadıkça sağlıklı yapısal bir Türkiye-AB ilişkileri doğuracağı kanaatinde değilim. Bu da zaten sürecin yürüyüşündeki zorlukları gösteriyor. Yani bitmeyen şartlar, şapkadan çıkan yeni şartlar… Terörle mücadele meselesinde Türkiye’yi anlamıyorlar. Böyle bir terör mesela Avrupa’da olsaydı acaba kaç kere nasıl yasalarını değiştireceklerdi, tahmin etmek hiç de zor değil. Bir milyon mülteci ile koskoca Avrupa sağcı, ırkçı dalgadan korkar hale geldi. Türkiye’de 3 milyon var ve bu bir ırkçılık formuna bürünmüyor, radikal bir sağ hareket çıkartmıyor.

AB’nin veya Amerika’nın Suriye meselesinde sadece bazı konulara tek tek yaklaşarak bizimle müzakere etmeleri -Türkiye’nin mülteci meselesi bunlardan biridir- bu meseleyi çözmeyecek. O yüzden masada bir bilek güreşi gerçekleşiyor. Mülteci meselesi üzerinden aktörler yeni başka konulara geçmeye çalışıyorlar. Ama bunun Suriye krizi bitmeden sağlıklı bir sonuç üretebileceği kanaatinde değilim.

“Avrupa’nın tek derdi, kendini mültecilerden korumak”

Fahrettin Altun: Bir taraftan da bölgesel ve küresel konjonktür Türkiye-AB ilişkilerini ciddi şekilde etkiliyor. Türkiye-AB ilişkilerini geldiği nokta itibarıyla nasıl değerlendiriyorsunuz? Vizesiz seyahat meselesi önce bir anlaşma hatta bir “zafer” gibi ortaya çıktı, sonra bunun hayata geçemeyeceği yönünde bir hava oluştu. Buna ilişkin neler söylersiniz?

Beril Dedeoğlu: Biraz genelden başlayarak geleyim. Benim gördüğüm Amerika ile Rusya arasında bölgedeki Avrupa davranış biçimlerinin sınırlandırılması konusunda sanki zımni anlaşması var. Bu anlaşma kuzey ekseninde Rusya’nın hakimiyeti, güney ekseninde ABD’nin hakimiyeti üzerine. Burada hakimiyeti yönlendirici etki anlamında kullanıyorum. Bu bölüşüm esas itibarıyla en azından Rusya’nın etkisi dışında kalan Avrupa’nın ABD’ye yapıştırılması amacını taşıyor. Bu yapıştırılmanın zemini de iki taraf arasında serbest ticaret ve yatırım bölgesi oluşturulması. Avrupa’nın buna itirazları var, özellikle de Almanya’nın.

Buradaki temel problem Türkiye’nin nereye konacağıyla ilgili. Putin ısrarla Türkiye’nin Batı’ya yanaşmasından yana bir siyaset uyguluyor. Şu an Türkiye’de ilk defa iki tane örgüt eş zamanlı eylem yapıyor. Biri Batı’ya itiyor, biri Batı’dan çekiyor. Putin ısrarla Türkiye’yi Batı’ya itiyor. Batı da ısrarla Türkiye’yi Doğu’ya itiyor. Burada esas kendisine yaklaşmasını istemeyen oyuncu AB. Türkiye’yi içine almadığı sürece AB’nin ABD ile pazarlığında Türkiye konusu ortada kalıyor. Bunun üzerine Amerika, “Türkiye şimdilik kenarda dursun, ben Avrupa ile görüşeyim” diyor olabilir. Anlaşmazlığın temel nedeni bu.

Peki Türkiye, AB’ye yaklaştıkça nasıl uzaklaşıyor. Bunu, mülteci meselesinden sonra ortaya çıkan gelişmelere bakarak anlayabiliriz. Bir insanlık krizinin Avrupa ülkeleri tarafından algılanışı “Kaç kişi bize geliyor” meselesi. Buna bir insanlık dramı veya bir uluslararası sorun değil Avrupa’nın gelenlerden korunması meselesi olarak bakılıyor. Türkiye de diyor ki, “Bizde 3 milyona yakın insan var, bizde sorun olmuyor da sizde 1 milyon insan nasıl sorun olabilir” AB’nin buradaki tutumu ise, “Çok iyi bakıyorsunuz, aferin size ve bakmaya devam edin” şeklinde. Belki de bunun Türkiye açısından son derece maliyetli olduğu yönlerinin daha fazla öne çıkarılması baskıyı artırırdı.

Sonuç itibarıyla AB ile Türkiye’nin bunu birlikte görüşmek zorunda oldukları bir gerçekti. Bunu AB tarafı sonuçta kabul etti, “Siz çözün” noktasından “Birlikte çözelim” noktasına gelindi. Birlikte çözmek, AB söz konusu olduğunda iki türlü olur. Ya üçüncü bir ülke ile çözer gibi ya da müzakere eden ve üye olan bir ülke gibi çözersiniz. AB tarafı, “Müzakere eden ve üye olacak bir ülke gibi çözmeyi istiyoruz” dedi. Bunun üzerine Türkiye tarafı, “Peki, müzakerelerde nerede kalmıştık” dedi. Müzakerelerin devam edeceği yolunda söz alındıktan sonra -ki arkasından Ekonomik ve Parasal Politikalar başlığı açıldı- bu ilişkilerin geliştirilmesi için başka hangi adımlar atılabilir konusuna girildi.

Ne yazık ki ne vize serbestisi ne de geri kabul anlaşması mülteci meselesi ile ilgili konular değildir. Üye olacak bir aday ülkenin zaten geri kabul anlaşmalarını yapması lazım. Vize kolaylıklarının da sağlanması lazım. Unutmayalım AB’nin Kolombiya ve Peru ile bile vize kolaylığı anlaşmaları var. Birleşik Arap Emirlikleri ile yakında yapmayı planlıyorlar. Dolayısıyla zaten aday olacak bir ülkenin bunları diğer mülteci krizlerinden bağımsız olarak görüşebiliyor olması gerekirdi. Yapılacak olan şuydu; geri kabul de yapalım, mültecilerin yasa dışı yollardan geçmesini engelleyecek bütün ortak faaliyetleri de yapalım ama Türkiye yurttaşlarının zaten Ankara Anlaşması’ndan doğan haklarını devreye sokup bunlara vize kolaylığı verelim. Bunun da abartılacak bir yanı yok.

Bu vize kolaylığı konusunu da kamuoyunun anlamasında yarar var. Kimliğimizle AB’ye ya da Schengen ülkelerine gitmeyeceğiz. Yine pasaportla gideceğiz. Kalış süreci üç aydan fazla olamayacak. Vize almasanız dahi gittiğiniz ülkenin gümrük polisi sizi ülkeye almayabilir, onun egemenlik hakkıdır. Üç ay içinde kaç giriş çıkışlı hak tanınacağının da belirlenmesi gerekir. Tek giriş çıkış da olabilir, çoklu giriş çıkış da olabilir. Bir de pasaportların AB standartlarında eşdeğer denetime etkin hale getirilmesi gerekir. Bunların dışındaki şartları, mesela Türkiye’nin terörle mücadele ettiği bir dönemde “Terörle mücadele yasasındaki terör tanımını değiştirin” türündeki bir kriteri bu uzlaşmanın parçası haline getirmek, aslında “Şu an bu yakınlaşmayı askıya alalım, ilişkiler fazla gelişiyor, bunu şimdiki pozisyonunda donduralım” demektir. Bundan sonrasına ilişkin ise biraz kavgalı bir süreç olacağı aşikar. Ama özellikle AB ile olan ilişkilerde diplomasinin esnek koridorlarına güvenmek gerektiği kanaatindeyim. Belli ki bugün için o yakınlaşmanın sınırı konmuş. Yani AB “Bu kadar yakınlaşmak yeterli” şeklinde davranıyor. Bunu çok daha derin bir krize çevirmek ya da iyileştirmek tarafların sürdüreceği diyaloğa bağlı. Bundan daha kötüye gitmesi halinde ilişkilerin kopma riski ortaya çıkıyor artık. Daha iyiye gitmesi halinde ise üyelik yolu açılıyor.

Fahrettin Altun: Mülteci akınının artma ihtimali söz konusu iken AB bu noktadan geri adam atar mı?

Hasan Basri Yalçın: Göçmenler çerçevesinde AB ile yapılan müzakerelerde özellikle üçüncü bir ülke ile görüşme gibi değil de üyelik müzakeresi yapan bir ülke ile görüşme yolunu tercih etmesi bence AB’nin bu zamana kadar kullandığı bütün enstrümanları bu süreç içerisinde de kullanmak istemesinin bir göstergesiydi. Asıl itibarıyla süreç hep böyle ilerledi. Başından beri biliyoruz ki AB fasıllarda da bu müzakerelerde de sürekli hukuk ile siyaset arasındaki alanı bilerek sürekli işgal ediyordu. Yani o alanlar arasında geçiş yapıyordu. Terörle Mücadele Kanunu’ndan tutun da bu 72 maddenin sonradan ortaya çıkmasına kadar birçok alanda sanki hukuki tartışmalar yapılıyormuş gibi gösterilmesine rağmen mesele en sonda gelip maalesef siyasal alana hapsoluyor. Bu müzakereler başladığında ben keşke başlamasa gibi bir izlenime kapılmıştım. Çünkü sonrasında sanki bozan tarafın Türkiye gibi gösterilme ihtimalinin çok yüksek bir müzakere biçimi olduğu ortadaydı. Özellikle kamuoyu baskısı da AB’den yana olduğu için “Bakın Türkiye terörle mücadele yasasını değiştirmedi, dolayısıyla vize muafiyetini almaması da doğaldır” gibi bir sonuç çıkartıldı her seferinde. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Vize muafiyeti ortaklık veya AB katılımı çerçevesinde zaten olması gereken bir şey, bunu niye bir imtiyazmış gibi bu çerçevede sunuyorsunuz” çıkışı bu anlamda çok yerindeydi. Çünkü Cumhurbaşkanı doğal bir sürecin sanki Türkiye’ye bir imtiyaz veriliyormuş gibi sunulmasının önüne geçmiş oluyor.

Mesela 3 milyar avro meselesini düşünün. Türkiye kaç milyar avro harcadı göçmenlere ama AB bu konuyu sürekli konuşarak sanki ayda bir Türkiye’ye 3 milyar avro veriyormuş gibi bir görüntü ortaya çıktı. Daha gelen giden bir şey de yok. O kurallara bağlandığında da ne kadarı geleceği şüpheli. Mültecilere aktarılacak para da sanki Türkiye’ye aktarılıyormuş gibi gösteriliyor.

“AB’nin keyfiliğini gündem yapamıyoruz”

Beril Dedeoğlu: Aslında Türkiye’nin de elinde enstrümanlar var. Üyelik süreci ya da göç eylem planı çerçevesinde karşılıklı sorumluluklar var. Dolayısıyla Türkiye, AB tarafının sorumluluklarını yerine getirmediğini de ilan etme lüksüne sahip.

Fahrettin Altun: Bunun Avrupa’ya maliyeti ne olur?

Beril Dedeoğlu: Vize konusunda Türkiye’nin talebi ertelenebilir. Mesela Türkiye’de diplomatlar, Dışişleri ve AB Bakanlığı diyebilir ki, “Şu an Türkiye’de terörle mücadele halindeyiz, normal bir dönemden geçiyor olsaydık demokratikleşme çerçevesinde bunlar gayet tabii değişecekti ama şu an mümkün değil, bunu erteleyelim.” Onu ertelerken geri kabul anlaşmasının ertelenmesi söz konusu olabilir. Yasa dışı göçle mücadele faaliyetleri de biraz savsatılabilir. Bunun Türkiye’ye maliyeti sadece Türkiye yurttaşlarının AB’ye vizesiz gitmesinin ertelenmesi olur. AB’ye olan maliyeti ise savsatılan ortamdan yasa dışı göç baskısının artması olur. Türkiye sonuçta Avrupalılar para verirse biz açık kapı politikası uygularız demedi ki. Önce böyle bir politika uyguladı, o arada bir yerden destek gelirse ne ala dendi.

Hasan Basri Yalçın: Ama bu uygulamaları yaptığı zaman da müzakerelerin önünü tıkayan Türkiye’ymiş gibi bir kamuoyu baskısı oluyor. Mesela Kıbrıs her konuda fasıllarda siyasal bir tutum alıyor. Annan Planı’ndan yana Türkiye’nin çok haklı bir pozisyonu var ama fasıllar keyfi olarak donduruluyor. Bu keyfilik meselesini bile Avrupa’da gündem yapamıyoruz. Çünkü orada kendine has bir kamuoyu ve çok kalıplaşmış tepkiler var. Bundan dolayı Türkiye’nin sahip olduğu araçları kullanması bile hakkını ortaya çıkarmaktan ziyade sanki onu daha da haksız bir duruma düşüyor.

Beril Dedeoğlu: AB kamuoyunda, Avrupa Parlamentosunda ya da alanlarda Türkiye’nin durumunu, öngörülerini iyi anlatamadığımız aşikar. Göç eylem planı ile müzakereci devlet olmanın ayrı şeyler olduğu gündemde tutulmalı. Burada çıkan aksaklığın gayet tabii diğer süreci etkilemesi mümkün. Ama göç eylem planı kapsamına giren, şu anda tartışılan Türkiye ile ilgili konular aslında 23. ve 24. fasılların konusu. Bu iki fasıl üstünde Kıbrıs’ın vetosu var. Diğer AB ülkelerinin de küçücük Kıbrıs’ın arkasında saklandığı bir gerçek. Ama Türkiye “Bunun ne alakası var”ın kamuoyu diplomasisini çok başarılı olarak yerine getirmiyor.

“Türkiye Suriye meselesini tüm maliyetine rağmen iyi yönetti”

Fahrettin Altun: Buradan Türk dış politikasına yöneltilen jenerik eleştirilere geçelim. Birinci eleştiri, Türkiye’nin son dönemde dış politikasını oluştururken kendisini bir “hegemon güç” olarak gördüğü, sıfır problemle başlayan sürecin bir yalnızlaşma olarak son bulduğu. İkinci eleştiri de özellikle Suriye politikasında “mezhepçi” bir yaklaşımının olduğu ve bunun bir ideolojik kaynak olarak Türk dış politikasını şekillendirdiği. Bu eleştirilere ne diyorsunuz?

Burhanettin Duran: Türkiye dış politikasının AK Parti iktidarının başından itibaren bir iddiayı seslendirdiği kuşku götürmez. Fakat bu iddianın düzlemi bir hegemon gibi davranmak hiçbir zaman olmadı. Bence olamazdı da zaten. Arap isyanlarına kadar bu işbirliği, entegrasyon üzerinden yürüdü ve mevcut rejimlerle yürüdü. Esed rejimiyle olan ilişkiler için de sık sık, “Niye böyle idi de şimdi niye böyle oldu” diye söyleniyor. Çünkü çok ciddi bir kırılma oldu. Kendi halkını bombalayan bir rejimle karşı karşıya kaldı Türkiye ve bir pozisyon almak zorundaydı. Bu sadece Türkiye’nin değil pek çok aktörün yaptığı bir şey. Türkiye zaten 2011 Ağustos’una kadar bu süreci dönüştürmeye çalıştı. Arap isyanlarıyla beraber Ortadoğu’nun yeniden şekillendiği bir dönemde Türkiye’nin iddiası, “Bu düzenin kurulmasında biz de etkili bir şekilde olacağız” şeklindeydi. Bu belki biraz retorik olarak da yüksek sesle söylendi. Türkiye’nin hegemonik bir şekilde müdahale anlayışında olduğu kanaati de bundan oluşuyor bence. Yani retoriğin biraz pratiğin önüne geçmesi…

Fakat işin somut yanına baktığımızda, Türkiye bütün bölgesel ve küresel güçlerin Suriye krizindeki pozisyonu ile kıyaslandığında sert güçlerini en az uygulayan ülke. Hem de bu kadar sınır olmasına rağmen. Hem de PKK- YPG tehdidini direkt hissediyor olmasına rağmen. Hem de 3 milyon mülteciye ev sahipliği yapıyor olmasına rağmen. Hem de DAEŞ’in yine en fazla saldırdığı ülke olmasına rağmen. Bütün bunları bir araya getirdiğiniz-   de hiçbir gücün bu kadar tehdit karşısında fiilen sert gücü kullanmayı bu kadar erteleyebilmesi mümkün değil. Ben iç siyasi maliyetine, terörle ilgili olarak bütün maliyetine rağmen Suriye meselesinin yine de iyi yönetildiği kanaatindeyim. Kimi zaman retoriğin ve iç siyasetin bütünlüğünü korumanın kaygısıyla siyasetçilerin yaptığı açıklamaları sanki dış politika buraya doğru gidiyormuş gibi anlamak bence doğru değil.

Türkiye’nin mezhepçi yaklaştığı eleştirisi ise bence daha da saçma bir eleştiri. Çünkü Türkiye’nin siyaseti reel politiğin ekonomi boyutunu da çok öne alan bir dış politika olmuştur. İran’la yakınlaşırken “Mezhepçi bir yakınlaşma vardı, AK Parti dış politika yapıcıları zaten dış politikada İrancıydı”, şimdi de “Bunlar zaten Sünni”. Sünnilikle Vahhabiliği, Sünnilikle Selefiliği bile ayıramayan bir ideolojik eleştirinin kendisi bence iç siyasetin tüketimine açık bir şeydir.

Fakat “Komşularla sıfır sorun hedefleniyordu ama bugün komşularımızın hepsiyle sorun var” deniliyorsa bu doğru bir eleştiridir. Ama şunu göz ardı eder; bir kere ortada komşu kalmadı. Bir Suriye yok, bir Irak yok her şeyden önce. Bir sürü komşu var. Bu bir sürü komşunun içerisinde sizi tehdit eden, düşman olarak gördüklerimiz de var. Diğer aktörlerin hepsinin ilişkileri tersine döndü. Yani İran, Suudi Arabistan ve Rusya’nın pozisyonu başka bir yere geldi. Böyle bir yerde sanki bunlar hiç olmamış gibi, yani Arap isyanları Ortadoğu’nun coğrafyasını, jeopolitiğini kökünden sanki hiç değiştirmemiş gibi, bunun öncesindeki sıfır soruna bakarak konuşmak bir kere reel politiğin gerçekliği değil. Bu anlamda Türkiye’nin sert güce başvurmaya bu kadar temkinli yaklaşması, klasik dış politikasını, yani komşularına müdahil olmamayı bu şartlarda en fazla nasıl yürütebiliyorsa onun bir yansımasıdır.

Fahrettin Altun: Geldiğimiz noktada İsrail, Mısır, Rusya ilişkilerimizin sıfır noktasına geldiği ülkeler. Bu ülkelerle Türkiye’nin sorunlarını aşması noktasında nasıl bir süreç öngörüyorsunuz?

Burhanettin Duran: Bu konularla ilgili birtakım revizyon beklentileri var. Bir kere bütün aktörler aynı sorunla karşı karşıya. Bu Türkiye’ye has bir sorun değil. Böyle bir ortamda Türkiye tabi ki İsrail’le de, Rusya ile de hepsiyle ilişkileri toparlamak zorunda. Ama bunların bugünden yarına olmayacağını düşünüyorum. Mesela şimdi İsrail ile Türkiye aslında ilişkileri toparlamak için bütün zemin hazır. Bunun için sık sık açıklamalar duyuyoruz. Fakat bu bir türlü gerçekleşmiyor. Niye, çünkü Mısır ve Rusya İsrail’e başka şeyler vaat ediyor. İsrail’in doğalgazı Türkiye’ye satmaktan başka çaresi yok ama öbür taraftan da Suriye denkleminde yine Hizbullah tehdidinin engellenmesinde ve daha da önemlisi Filistin meselesinde Mısır’ın bir etkisi var. “Türkiye ile anlaşırsan bizi unut” formatındaki Sisi rejiminin yaklaşımı İsrail’i tutan konulardan bir tanesi. Aynı şekilde Rusya’nın da Türkiye’nin İsrail açılımıyla nefes almasını istemediği için bir baskısı var. Dolayısıyla Türkiye-İsrail meselelerinin aşılması Türkiye’nin sorunu değil. Aynı zamanda İsrail’in bu jeopolitik oyunda kendisini nasıl konumlandıracağı tercihinin de netleşmesi gerekiyor.

Aynı şekilde Sisi rejimiyle ilgili çok daha hayati bir şey söz konusu. Müslüman Kardeşler ve diğer devrim yanlısı tutuklularla ilgili bir adım atılmış olsa belki de Türkiye-Mısır ilişkilerinde de başka bir bağlama geçilecek ama bunu yapmayarak kendisini belli bir pozisyonda tutan Mısır var. Çünkü onun da başka bir denklemi var. Yani sadece bunlar dostluk ilişkileri veya birtakım demokrasi ve insani sorunlar üzerinden üretilmiş pozisyonlar olmanın ötesinde, aktörlerin kartları yeniden karıyor olmasının etkisiyle olan meseleler. Bu sadece Türkiye’nin istemesiyle olabilecek bir şey değil. Türkiye’nin komşularıyla veya bölgedeki aktörlerle olan ilişkilerini birtakım revizyonlar getirme iradesi ve isteği var ama bu yine karşılıklı menfaatler ve stratejik planların yeniden oluşturulmasıyla ancak oluşabilir. Yoksa tek taraflı olarak “Ben bunu istiyorum” demenin bir anlamı yok.

“Bizde dış politika çok yüksek sesle yapılıyor”

Beril Dedeoğlu: Bu süreçteki gelişmeler yüzünden Türkiye’nin bir önceki evrede açılım sağladığı, iyi ilişkiler geliştirdiği yakın coğrafyasından geri çekilmesi durumu ortaya çıktı. O zamanda farklılıklara gidilmesi kaçınılmaz. Çünkü o günün koşulları ile bugünün koşulları birbirinden farklı. Ancak dış politika kendi başına değil, karşınızdakinin davranışlarına göre de oluşturabileceğiniz bir şey. Dolayısıyla bundan sonraki yeni parametrelerde diğer oyuncuların alacağı tavırlar da önemli. Ancak o diğer oyuncuların alacağı tavırları etkilemek de mümkün ve Türkiye’nin böyle bir kapasitesi olduğu kanaatindeyim.

Bence Türkiye’nin bundan sonra yapacağı revizyon, tüm taraflara eşit mesafeyi korumaya yönelik bir pozisyon olarak tanımlanabilir. Bugüne kadar çok daha rahat bir şekilde tarafını belli eden bir Türkiye söz konusuydu. Ama bugün öyle bir taraflılık ortamı kalmış durumda değil. “Ben bundan yanayım, şundan yanayım” gibi bir şey yok, son derece karmaşık ilişkiler var. Türkiye’nin dış politikasındaki tüm taraflara eşit mesafedeki pozisyonunu temin etmek ve bunun üstünden yeniden bir ilişki biçimi geliştirmek gerekir. Dışişleri ya da diplomatik misyonlar nezdinde bağlantıların koparılmasına varmayacak önlemlerin alınması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü beğenin ya da beğenmeyin bir ülkenin yönetimi ne yaparsanız yapın alanda olmak her zaman iyidir. Siz alanda yoksanız sizin yerinizi kaplayacak başka bir oyuncu çıkar. O yüzden alanı terk etmenin hiç doğru olmadığını düşünüyorum.

Türkiye’de dış politikanın bu kaygılar göz önüne alınarak yapıldığına hiç kuşkum yok ama iç ve dış kamuoyuna yansıtılışı, çok boyutlu tartışmaların yapılıp da üstüne karar oturtulduğu şeklinde değil. Bizde birçok başka ülkede olmayan şekilde çok yüksek sesle dış politika yapılıyor ve çok sık söyleniyor. İç kamuoyu açısından bir değeri olabilir ama bunu dünya da dinliyor.

En son belki şunu söyleyebilirim; geri adım atmayı maliyetli hale getirmemek gerekiyor. Çünkü dış politika ileri gidip geri gitmek, ileri gidip geri gitmektir, yani bir tür satranç gibidir. İlla hep ileriye doğru gidilmez. Çeşitli manevraları vardır. Bu manevraların maliyetini düşürmek gerekir. Dolayısıyla belki geri adım atmanın da kapılarının açık bırakıldığı ve maliyetin düşük olduğu bir yeni dış politika revizyonuna ihtiyaç var.

Hasan Basri Yalçın: Türkiye’nin daha önce o açılımları yapmasını sağlayan dış politika kontekstinden tamamen farklı bir konteksteyiz. Bugün Türkiye’nin dış politika alanında yaşadığı çeşitli krizlerin ortaya çıkışını sağlayan şey aslında sadece kontekst değil, asıl itibariyle bölgesel güç dengelerinin dönüşmesidir. Nedir bu kastettiğim? 2011 yılı itibarıyla Amerika’nın lrak’tan çekildiği Ortadoğu ile Amerika’nın lrak’ta bulunduğu Ortadoğu birbirine taban tabana zıttır. 2011’e kadarki tek kutuplu Ortadoğu’da hegemonun yüklendiği istikrarı sağlama maliyeti altında Türkiye İran’la da, Suriye’yle de, lrak’la da, lrak’taki bütün gruplarla da, Mısır’la da İsrail’le de görüşüp diplomatik alanda açılımlarını gerçekleştirebiliyordu. Ama Amerika’nın lrak’tan çekildiği andan itibaren yapısal değişimin sonucu olarak sorunlar gündeme geldi. O dönemlerdeki AK Parti dış politikasının vizyonunda da tam bu hegemonun sağladığı alanlarda kendisine diplomatik manevra alanı açabilecek bir söylem vardı. Ama zaman içerisinde bu yapının değişmesi Türkiye’yi yeni bir gündeme itmeli. Kısa vadede bunun değişmesini maalesef beklemiyorum. Çünkü son derece istikrarsızlıkla tanımlı ve tarafların istemeseler de çeşitli kamplara ayrışmak durumunda kaldıkları bir sistemik baskının altında bulundukları bir dönemden geçiyoruz. Türkiye kendisini kamplara atacak bir strateji yerine daha fazla seçim şansına sahip alanlarda tutması gerekir.

Burhanettin Duran: Kamplaşmama prensibi zaten var ama konu bazlı yapılan ikili ilişkilerin kamplaşma adı altında sunulmasıyla da yüzleşmek gerekiyor.


Etiketler »  

İlgili Haberler

SETA Kitaplar
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası