Kamuoyunda daha çok “Brexit” olarak bilinen İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden (AB) ayrılışı nihayet sona erdi. Haziran 2016’da gerçekleşen referandum sonrasında başlayan bu ayrılık süreci, bir yandan İngiltere’nin kendi iç siyasetinde yaşadığı sorunlardan diğer yandan İngiliz hükümetiyle AB yönetiminin müzakerelerde katı tutum sergilemesinden ötürü yaklaşık 4,5 yıla yayıldı. Ancak Brexit’in her geçen gün derinleşen bir kaos haline gelmesi üzerine iki taraf da belirli tavizler vererek uzlaşmaya mecbur kaldı. Nihayetinde önce Brexit anlaşmasında mutabakat sağlandı ve İngiltere 31 Ocak 2020 itibarıyla AB’nin siyasi mekanizmalarından ayrıldı. Daha sonra tarafların yakın zamanda ticaret anlaşmasında da uzlaşmaya varması sonrası Brexit kaosu, Avrupa siyaseti için ardında birçok önemli ders bırakarak sona erdi.
Aşırı Sağ ve Popülizm Tuzağı
Brexit’in Avrupa siyaseti açısından ardında bıraktığı en önemli ders, popülizmin ne tür ağır sonuçlara yol açabildiğidir. Zira bir siyaset ve söylem tarzı olarak popülizm, aslında Brexit’in çıkış noktasını oluşturuyordu. Şöyle ki İngiltere’de AB şüpheciliğinin amiral gemisi konumundaki aşırı sağcı Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP), uzun yıllardır ülkenin AB üyeliğine karşı çıkıyor ve üyeliğin devam edip etmemesinin belirlenmesi için bir referandum kampanyası yürütüyordu.
Bunun yanı sıra dönemin koalisyon hükümeti ortaklarından Muhafazakar Parti lideri David Cameron, 2015 genel seçimleri öncesinde parti tabanından olası kopuşları durdurmak için verdiği bir beyanatta, genel seçimi kazanması halinde ülkenin AB üyeliğini referanduma götürme sözü verdi. Böylece farkında olmadan popülizmin tuzağına düştü ve referanduma giden sürecin önünü açtı. Nitekim seçimi kazandıktan sonra söz verdiği gibi ülkenin AB üyeliğini 2016’da referanduma götürdü. Ancak sandıktan beklediğinin tersine Brexit sonucu çıkınca görevinden istifa etmek zorunda kaldı.
Bu arada İngiltere’nin AB’den ayrılması için uzun yıllardır çaba sarf eden UKIP lideri Nigel Farage’ın, Brexit müzakerelerinin çıkmaza girdiği 2018’de, siyasi sorumluluk altında ezilmemek için yeni bir referanduma yeşil ışık yaktığını unutmamak gerekiyor. Yani bütün kariyerini Brexit üzerine kuran ve bu doğrultuda UKIP’i bırakıp “Brexit Partisi” adı altında yeni parti bile kuran Farage’ın böylesi bir “U dönüşü” yapması, aslında popülizmin kendi içinde ne denli tutarsız olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
İşte bu tür somut gerçeklikleri bir arada değerlendirdiğimizde Brexit ile birlikte Avrupa’nın yapısal gerçeği haline gelen aşırı sağın popülist siyaset tarzına ve söylemlerine aldanıp siyaset üretmenin, bir ülke için ne tür ağır maliyetlere yol açabileceğini hep birlikte görmüş oluyoruz. Haliyle Avrupalı siyasetçilerin adeta zamanın ruhu haline gelen popülizmin tuzağına bir daha düşmemeleri için karar almadan evvel kendi toplumlarının nabzını iyi ölçmeleri ve kamuoyundaki hakim temayülü iyi okumaları gerekiyor. Aksi taktirde Brexit benzeri ağır sonuçlarla karşılaşabilirler.
Parlamenter Demokrasinin Çıkmazı
Brexit’in Avrupa siyaseti için ardında bıraktığı bir diğer önemli ders, parlamenter demokrasinin ülke yönetimleri açısından her zaman beklenen performansı ortaya koyamadığı ve hatta bazen var olan krizleri derinleştirebildiğidir. Zira Londra ve Brüksel arasında 2017’de başlayan resmi ayrılık görüşmeleri tamamlanıp anlaşmaya varıldığında ilgili taslak metin, onay için İngiliz parlamentosunun alt kanadı Avam Kamarasına her gelişinde reddedildi. Bunun sebebi ise muhalefetteki İşçi Partililer, Liberal Demokratlar ve bağımsızların yanı sıra iktidar partisine bağlı bazı vekillerin anlaşmaya karşı çıkmasıydı. Bu da netice itibariyle hükümetin Brexit’e dair karar alma sürecini tam manasıyla tıkadı ve hükümet hiçbir şekilde karar alamadı. Öyle ki önceki Başbakan Theresa May görevi bırakmadan evvel yaptığı konuşmada meclisin Brexit anlaşmasına onay vermesi halinde görevinden kendi iradesiyle istifa edeceğini bile söylemiş ve böylece yürütmenin yasama organı karşısında düştüğü çaresizliği ortaya koymuştur.
Öte yandan mecliste yeterli vekile sahip olmadığı için karar alma konusunda zorluk çeken Muhafazakar hükümet, Brexit krizini aşmak için sırasıyla 2017 ve 2019’da iki kez erken genel seçim kararı aldı. Ancak 2017’deki erken seçim sonuçları Muhafazakarlar açısından tam bir hayal kırıklığı oldu. Ve Brexit krizi sona ermek yerine daha da derinleşerek varlığını sürdürdü. Nihayetinde krize bir nokta koymak isteyen İngiliz seçmen 2019’daki erken genel seçimde Muhafazakarları destekleyerek Brexit’in tamamlanması için yetki verdi. Böylece seçimden güçlenerek çıkan ve tek başına iktidar olan Boris Johnson liderliğindeki Muhafazakarların önünde Brexit’i nihayete erdirme noktasında hiçbir engel kalmadı. Cameron’un başlattığı ve May’in yönettiği Brexit sürecini mevcut Başbakan Johnson sona erdirdi. Yine de ülkenin 4,5 yılı sadece Brexit tartışmasından ötürü heba oldu. Bu noktada İngiltere’nin parlamenter demokrasi geçmişinde, daha önce böyle bir krizle karşılaşılmadığını göz önünde bulundurursak, Brexit’in herkes için tam manasıyla bir ders olduğunu söyleyebiliriz.
Buradan hareketle görüyoruz ki, parlamenter demokrasinin beşiği sayılan İngiltere’de bile eğer iktidar partisi, kendi içinde yeknesak hareket edemiyorsa ve yasama organında tek başına karar alabilecek çoğunluğa sahip değilse, bu tür krizlerle mücadele etmek zorunda kalabiliyor.
Haliyle parlamenter demokrasinin uygulandığı diğer Avrupa ülkeleri için Brexit’ten çıkan üçüncü ders ise; iktidarı elinde bulunduranlar, kendi partilerini tam manasıyla kontrol edemiyor ve yasama organlarında da karar çıkartabilecek çoğunluğa sahip değillerse her an bu tür krizlerle karşı karşıya kalabilirler.
AB’ye Girmek de Zor, AB’den Çıkmak da
Son olarak Brexit, AB’ye girmeyi ve AB’den ayrılmayı düşünen ülkeler için de ardında önemli dersler bıraktı. Zira İngiltere, bugünkü AB’nin öncülü konumundaki Avrupa Ekonomi Topluluğuna girerken iki kez Fransa’nın vetosuna takılmış ve üyeliği ancak Charles de Gaulle’ün görevden ayrılmasıyla gerçekleşmişti. Aradan geçen süre zarfında ekonomik bir topluluktan öteye geçerek günlük hayatın her noktasına temas eden bir birlik haline gelen AB içerisinde İngiltere, adeta bir “misafir üye ülke” gibi davranarak kendisini diğer üye ülkelerden ayrıştırmaya çalıştı. Ama yine de AB’nin ulus-üstü bir yapı olmasından dolayı belirli haklarından taviz verdi, üstelik bu haklarını Brüksel’e devretmek zorunda kaldı.
İngiliz seçmen 2016’da Brexit için karar vermişse de yaklaşık yarım asır boyunca AB gibi kapsamlı bir ulus-üstü örgüte entegre olan ülkenin, Brüksel’e devrettiği hakları geri alması o kadar kolay olmadı. Zira her ne kadar Lizbon Anlaşmasının 50. maddesi, üye ülkelerin ayrılması için yasal bir dayanak oluştursa da ayrılık süreçlerinin nasıl ve hangi şartlar altında gerçekleşeceğini izah etmiyor. Bu da ayrılmak isteyen ülkelerin AB ile ucu açık müzakerelere hazır olması gerektiği manasına geliyor. Nitekim Brexit müzakereleri boyunca Brüksel ve Londra yönetimleri, uzun süre kendi haklarını korumak için direndi ve karşı tarafa taviz vermek istemedi. Bu da ayrılık sürecini 4,5 yıla yaydı. Buradan hareketle Avrupa siyaseti açısından Brexit’ten çıkartılması gereken ders, bu ulus-üstü örgütlenmeye girmenin de çıkmanın zor olduğudur. Özetlemek gerekirse İngiltere’nin yaklaşık beş yılına mal olan Brexit’in, ardında bıraktığı derslerin Avrupa siyaseti açısından iyi okunması gerekiyor.