Bretton Woods sisteminin 1970’li yıllarda yıkılmasıyla ortaya çıkan neoliberal sistemle birlikte dünyanın oldukça hızlı bir şekilde finansallaşmaya başladığına şahit olduk. Bu süreçte bir taraftan sabit kurlar yerini dalgalı kurlara bıraktı diğer taraftan da uluslararası sermaye hareketlerinin önündeki engeller neredeyse tamamen kaldırıldı. Yine küresel ölçekte faiz oranları üzerindeki devlet kontrolünün yerini tam bir serbestiye bırakması ve finansal kesime dönük regülasyonların -başta ABD’de olmak üzere- neredeyse tamamen kaldırılmasıyla birlikte finansal kesim kendisine oldukça geniş bir hareket alanı buldu. Küresel dalga ile uyumlu bir şekilde Türkiye de 1980’lerde bir taraftan ithal ikameci politikayı terk ederek ihracat eksenli büyüme stratejisini benimseyerek dışa açıldı diğer taraftan da finansal sistemini neredeyse tamamen serbestleştirdi ve uluslararası sermaye hareketlerinin önündeki engelleri tamamen kaldırdı.
1980’ler ve sonrasında sayısı hızla artan türev ürünlerin hacim olarak inanılmaz boyutlara ulaşması finansal kesimin küresel ölçekteki dramatik yükselişinde önemli bir paya sahip oldu. Söz konusu süreçte teknolojide yaşanan gelişmeler ve özellikle internetin yaygınlaşması bir katalizör görevi görerek dünyanın ciddi biçimde finansallaşmasını kolaylaştırdı ve hatta mümkün kıldı. Türkiye ekonomisinin de özellikle 1990’larda ciddi biçimde finansallaşmaya başladığını gördük ki söz konusu finansallaşmanın herhangi bir kurumsal ve kanuni altyapı oluşturulmadan gerçekleştirilmesi bankaların içinin boşaltılarak hortumlanmasına ve 2001 krizine giden yoldaki taşların döşenmesine neden oldu.
Küresel finansallaşma neticesinde dünyada finansal sektör milli gelirin giderek daha büyük bir kısmını oluşturmaya başladı. Örneğin ABD’de finansal kesim 1947’de gayrisafi yurt içi hasılanın (GSYH) yüzde 10’una karşılık gelirken bugün yüzde 20’sine karşılık gelmektedir. Günümüzde küresel ekonominin de yaklaşık yüzde 17’sini finansal kesim oluşturmaktadır. Bu durumun da katkısıyla dünyada gelir dağılımı birçok ülkede 1980’li yıllardan itibaren önemli ölçüde bozulurken en zenginlerin gelir ve servet düzeyleri inanılmaz bir şekilde arttı. Özellikle ABD’de yaklaşık kırk yıllık süreçte reel ücretler yerinde sayarken nüfusun en zengin kesiminin gelir ve servet düzeyi muazzam bir şekilde yükseldi.
Yine 1980’ler ve özellikle 1990’larda moda haline gelen ve 2000’lerde devam eden şirket birleşmeleri neticesinde özellikle ABD’de finansal kurum ve kuruluşların büyüklüğü çok ciddi ölçüde arttı. Sonuç olarak günümüzde en büyük beş ABD bankası tüm finansal kesimin yüzde 45’ini oluşturur hale geldi. Dolayısıyla 1980’lerden itibaren bir taraftan finansal kesimin büyüklüğü dramatik bir şekilde artarken diğer taraftan bu güç giderek daha az elde toplanmaya başladı.
Bir Tehdit Unsuru: Kredi ve Yatırımlar
Bir taraftan finansal piyasaların oldukça hızlı bir şekilde serbestleştirilmesi ve finansal regülasyonların ortadan kaldırılması ya da Türkiye’de 1990’larda olduğu gibi daha baştan sağlam bir finansal altyapının yokluğu diğer taraftan da hızla artan finansal güce giderek daha az sayıda şirketin sahip olması küresel ölçekte finansal kesimin devletler üzerindeki ağırlığının ciddi biçimde artmasına yol açtı. Uluslararası politik iktisadın kurucusu olarak addedilen Susan Strange’e göre de yaşanan bu dönüşümle birlikte finansal piyasaların devletler üzerindeki etkisi zaman içinde ciddi biçimde arttı. Böylece birçok ülkede finansal kuruluşlar, başka bir deyişle “finansal piyasalar” ülke yönetiminde önemli oranda söz sahibi olmaya başladı. Bu durumun en bariz yansıması IMF’nin kredi sağladığı ülkelerde devlet yönetimine ciddi biçimde karışması olsa da, unutulmaması gereken nokta “normal zamanlar”da da bir ülkeye kredi sağlayan ve varlıklarına portföyünde yer veren finansal kuruluşların söz konusu kredi ve yatırımları bir “tehdit unsuru” olarak kullanma gücüne sahip olduklarıdır. IMF oldukça görünür ve açık bir şekilde ülke yönetimleri üzerinde önemli oranda söz sahibi olabilme potansiyeline sahiptir. Küresel ölçekteki finansal kuruluşlar da doğrudan veya dolaylı olarak bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde ülke yönetimleri üzerinde söz sahibi olma potansiyeline/gücüne sahiptir. Yine finansal kesimin bir organı olarak kredi derecelendirme şirketleri de verecekleri kredi notlarıyla finansal kuruluşların bir ülkeye yönelik tavrını kısmen etkileme gücüne sahip olduğundan bu gücü bir ülke aleyhine kullanma imkanına sahiptir.
1980’lerle birlikte finansal kesim küresel ölçekte gücünü reel ekonomilerin ve devletlerin aleyhine dramatik bir şekilde artırırken ülkelerin maruz kaldığı finansal krizler ve spekülasyonların/saldırıların sayısında çok ciddi bir artış yaşandı. Öyle ki 1980’lerden önce dünyada az sayıda finansal kriz yaşanırken 1980’lerle birlikte sıklaştı ve yaklaşık kırk yıllık süreçte yüzlerce finansal kriz yaşandı. Türkiye’de ise gerekli altyapı oluşturulmadan finansal serbestleşmeye gidilmesi neticesinde ardı ardına oldukça şiddetli finansal krizler yaşanmaya başladı. Türkiye’de 1990’lı yılların ekonomik anlamda kayıp yıllar olarak adlandırılmasında söz konusu finansal krizlerin hatırı sayılır bir rolü oldu.
Türkiye’nin yaşadığı belki de en büyük ve dramatik kriz olan 2001 krizi akabinde küresel piyasaların sözcüsü konumundaki Kemal Derviş’in bir anda ekonomi yönetiminin başına geçirilmesi finansal piyasaların ülke yönetimine ne şekillerde ortak olabileceği noktasında oldukça öğreticidir. Bu süreçte “ekonomiden sorumlu devlet bakanı” Kemal Derviş 10 milyar dolar civarındaki dış kaynağın temini için IMF ve uluslararası finansal kuruluşlar tarafından şart koşulan on beş yasanın on beş günde çıkarılması gerektiğini ifade ediyordu. Bu on beş yasanın arasında bütçe değişikliği yasası, ek bütçe yasası, ihale yasası, doğal gaz piyasası yasası gibi yasalar bulunuyordu. Yine bu süreçte Türkiye’ye verilecek kredilerin “seçim yapılmaması şartına bağlı olduğu” da ifade ediliyordu. Genel olarak bakıldığında 2001 krizi sürecinde finansal piyasalar ve kuruluşlar hangi kanunların ne kadar sürede çıkarılacağı veya seçimlerin ne zaman yapılıp ne zaman yapılmayacağı gibi noktalarda ve genel olarak ülke ekonomisinin yönetiminde söz sahibi gibi görünüyordu.
Finansal Saldırıların Miladı 1980’ler
1980’lerden itibaren dünyada finansal spekülasyon ve saldırıların sayısında muazzam bir artış yaşandı. Finansal serbestleşmenin yaşanmış olduğu birçok ülkede seçim öncesi ve sonrası veya hükümet idare edilirken finansal piyasalarda dönem dönem önemli çalkalanmalar yaşandı.
Bir ülkeye yapılan finansal ataklar birkaç merkezden bilinçli bir şekilde yönetiliyor olabilir ki finansal yoğunlaşmanın muazzam derecede arttığı finansal piyasalarda bu hiç de ihtimal dışı değildir. Yine çok sayıda finansal aktörün bilinçsiz bir şekilde katılımı neticesinde ortaya bir finansal atak çıkabilir. Burada ilginç ve hayati olan sonuç, finansal ataklar ister bilinçli ister bilinçsiz bir şekilde ortaya çıksın -nihayetinde finansal kuruluşların ve piyasaların- ülke yönetimleri ve seçimler üzerinde ciddi biçimde etkili olma potansiyeline sahip olduğudur.
Örneğin yapılan akademik çalışmalarda görüldüğü üzere seçimler öncesi halkın refahını önceleyeceği düşünülen hükümetlerin göreve geleceği beklentisi finansal piyasalarda bu ülkenin finansal varlıklarını satma yönünde bir eğilim oluşturmaktadır. Bu durum da sonuç olarak -bilinçli veya bilinçsiz olsun- bir finansal saldırı anlamına gelmektedir. 2002 yılında Brezilya’da Lula da Silva’nın başkan seçilme ihtimalinin seçimler öncesinde güç kazanması bu durumun ilginç bir örneğini oluşturmuştur.
Finansal kuruluşları ve piyasaları önceleyeceği düşünülen bir hükümetin göreve geleceği beklentisi finansal piyasalarda bu ülkenin finansal varlıklarını satın alma yönünde bir eğilim oluşturmaktadır. Bu durum da seçimlerde finansal piyasaların da bir nevi oy kullandığı gibi ilginç bir durumun husule gelmesine neden olmaktadır.
Yine seçimler arası dönemde hükümet idare edilirken -bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde- finansal kuruluşlar ve piyasalar kendi çıkarlarına olan kararları alım yaparak destekleyip, kendilerinin aleyhine ve geniş halk kesimlerinin lehine olacak kararları satış yaparak “ceza”landırmaktadırlar. Bu durum ise Susan Strange’in de ima ettiği gibi finansal piyasaları bir açıdan ülke yönetimine ortak yapma anlamına gelebilmektedir.
Türkiye 15 Temmuz’da Finansal Tetikçiliğe Maruz Kaldı
15 Temmuz darbe girişiminin akabinde Türkiye ekonomisi ne kadar dayanıklı bir yapıya sahip olduğunu oldukça net bir şekilde ortaya koydu. Fakat darbe girişiminden sonraki birkaç aylık süreçte kredi derecelendirme kuruluşları neredeyse finansal tetikçilik boyutlarına ulaşacak düzeyde ardı ardına ve takvim dışı bir şekilde Türkiye’nin kredi görünümünü negatife çevirme ve/veya kredi notunu düşürme yolunu seçti.
Öte taraftan 2016 Kasım ve 2017 Ocak aylarında Türkiye’ye yönelik çok ciddi iki finansal saldırı gerçekleştirildi ve bu süreçte Türk lirası dolar karşısında toplamda yüzde 25 civarında değer yitirdi. Hiçbir ekonomik temele sahip olmayan bu finansal spekülasyonların bir taraftan darbe girişimi sonrası süreçte ülke yönetiminde söz sahibi olma diğer taraftan da yaklaşan referandumunda bir nevi “oy kullanma” hamleleri olduğu yönünde oldukça kuvvetli bir kanaat hasıl oldu.
Hükümet söz konusu finansal saldırılara prim vermediği gibi, Türkiye ekonomisi bu finansal saldırıları oldukça başarılı bir şekilde bertaraf etmesini bildi. Türk lirası 2017’nin ilerleyen aylarında dolar karşısında hatırı sayılır ölçüde değer kazanıp 3,40-3,50 bandına geldi ki bu rakam, reel olarak (yani enflasyondan arındırıldığında) bir yıl öncesinin 3,15-3,25 düzeyine denk düşmektedir. Kasım ve Ocak aylarında kurdaki yükselişin etkisiyle yüzde 10’un üzerine çıkan ve son aylarda düşüş trendine giren enflasyonun da yıl sonu itibarıyla yüzde 8’ler düzeyine tekrar düşmesi kuvvetle muhtemeldir. Son açıklanan verilere göre 2017’nin ilk çeyreğinde yüzde 5,2 büyüyen Türkiye ekonomisi, ikinci çeyrekte de yüzde 5,1 büyüyerek oldukça önemli bir başarıya imza attı ve yaşanan finansal spekülasyonların ne kadar dayanaksız olduğunu bir kez daha net bir şekilde ortaya koydu.