Rusya’nın daha önce Gürcistan ve Suriye’de yaptığı gibi son olarak Ukrayna’da yürüttüğü operasyonlar, tarih boyunca nüfuz etmeye çalıştığı siyasi coğrafya bağlamında ele alındığında anlamlı bir nedensellik zeminine oturmaktadır. Coğrafya, dış politika yapımında etkili bir yapısal faktördür. İdare edilen toprakların konumu, aktörün küresel siyasetteki pozisyonu açısından belirleyicidir. Geçmişte uluslararası statükonun inşa süreçlerinde büyük güçlerin coğrafyayı dizayn etme şekilleri, bu iddiayı destekleyecek niteliktedir. Bu alanda eser veren teorisyenler, coğrafyanın devletlerin savaşma kabiliyetini olumlu ya da olumsuz yönde etkilediği üzerinde durmaktadır. Doğal tampon olma özelliği taşıyan; mal, enerji, asker transferini olanaklı kılacak bölgeler, dar geçitler ve boğazlar, liman yapımına elverişli kıyı bölgeleri tarih boyunca büyük güçlerin hedefleri arasında yer aldı. Uluslararası sistemin dönüm noktalarında ortaya çıkan statüko örneklerinde büyük güçlerin motivasyonları hep aynı yöndeydi; çıkarlarını maksimize ederken, coğrafyayı bu amaca uygun şekilde dizayn etmek.
Rusya’nın Değişmeyen Dış Politika Pratiği
Soğuk Savaş sonrası yaşadığı travmaları geride bırakan Rusya, Putin döneminde ekonomik ve siyasi yönden toparlandı ve tarihsel iddialarla temellendirilen yayılmacı büyük stratejisine yeniden odaklandı. “Çarlık Rusyası”nı referans alan Putin, Kırım dahil olmak üzere o dönemde hakim olunan bölgeleri, “Rusya’nın tarihsel toprakları” olarak adlandırdı. Rusya liderinin romantik söyleminin eşlik ettiği çatışma ve gerilim, Rusya’nın tarih boyunca hedeflediği Akdeniz, Kafkaslar, Doğu Avrupa ve Balkanlara yönelik maksimalist politikalarının doğal bir sonucudur. Değişken ittifak yapıları içerisinde bu coğrafyalarda var olmayı sürdürmek ya da ilk fırsatta yeniden var olmak, Rusya’nın en fazla tecrübe ettiği dış politika pratiğidir. Rusya’yı buna zorlayan, ilk bakışta istila edilmesi güç ve bu açıdan avantajlı olarak görünse de nihayette küresel bir imparatorluğa dönüşme yolunda ABD ve İngiltere gibi rakiplerine nazaran dış dünyaya açılmasına engel olabilecek dezavantajlı coğrafyasıdır. Öte yandan dönem fark etmeksizin ileri düzeydeki tehdit algısının sonucunda, diğer aktörlerin çevreleme örneğinde olduğu gibi Rusya’yı söz konusu sınırlı coğrafyada tutma siyaseti, buraların bir çatışma bölgesine dönüşmesinde etkilidir.
Bugün Ukrayna olarak bilinen topraklar Kiev Knezliği döneminden bu yana sürekli olarak bölgesel ve küresel ölçekli hesaplaşmalara sahne oldu. Ukrayna ile Rusya arasında yaşanan savaşın arka planında iki merkez arasında tarihin derinliklerine dayanan ve görünüşte daha yerel bir kök tartışması yer almaktadır. Ancak bu tartışmalar bütün Slav coğrafyasına yayıldığında Rusya adına kayda değer bir coğrafyanın kontrol ve meşruiyet aracına dönüşebildi. Rus tarih yazımında Kiev ve Moskova üzerinden yüzyıllardır süregelen kuruluş tartışmaları, bölgede Ukrayna ile Rusya arasında üstü kapalı bir tarihsel rekabeti beraberinde getirdi. Söz konusu tartışma Knezlik, Çarlık ve Sosyalizm döneminde Rusya’nın stratejik kültüründe Ukrayna’nın Rusya’nın parçası olduğu inanışını besledi ve Rusya’nın güçlü olduğu anlarda dış politika pratiklerine doğrudan yansıdı. Bu dış politika hedefi doğrultusunda rejim fark etmeksizin Rus idarecilerin birçoğu Panslavizm’i siyasal söylemlerinin merkezine yerleştirdi.
Küresel güçlerin müdahalesiyle eş güdümlü olarak ilerleyen Kiev ve Moskova’daki Rus toplumlarının kiliseler ve kimlikler üzerinden karşılıklı meydan okumaları, Çarlık döneminden bugüne Rusya’yı yöneten liderlerin hep gündeminde yer aldı. Putin’in Ukrayna’da ayrılıkçıların sözde yönetimini tanıdığı konuşmasında, Rus ve Ortodoks vurgusu yapması ve Ukrayna’yı tarihsel Rusya’nın bir parçası olarak tanımlaması böyle bir motivasyonun dışa yansımadır. Rus tarih yazımında ‘Kiev Rusu’, Rusya menşeli kabul edilse de Kiev Knezliği’nin 11. yüzyıl sonrasında dağılmasının ardından dağınık feodal yapıya dönüşen Rus siyasi birliğinin, Moskova Knezliği’nin devamı olan Çarlık Rusya’sı tarafından sağlandığı görüşü ağır basar. Bu süreçte Lehistan ve Osmanlılarla mücadele eden Rusya, özellikle Osmanlı hakimiyetinin zayıflamasının ardından İkinci Katherina döneminde Ukrayna ile tek çatı altında birleşti. Benzer durum Çarlık Rusya’sının antitezi görünümünde olan Sovyetler döneminde devam etti. Birinci Dünya Savaşı ertesinde kısa süreli bir bölünme yaşasa da Ukrayna, İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeniden Rusya’nın hakimiyetine girdi. Stalin’in tarım politikaları üzerinden yürüttüğü merkezileştirme siyasetine en büyük muhalefetin Ukrayna köylülerinden gelmesi ve merkezin buna gösterdiği şiddetli tepki, taraflar arasındaki köklü rekabetin bir başka yansıması oldu.
Rusya’nın bölge üzerindeki tarihsel iddiaları ve nüfuz politikaları karşısında Batılı aktörler, güvenlik siyasetinin bir sonucu olarak Ukrayna’yı sürekli olarak Rusya’dan ayrı bir bölge olarak değerlendirdi. Nihai hedef Ukrayna’nın Rusya’nın bir parçası olmasını önlemekti. Doğu-batı, kuzey-güney istikametinde önemli bir geçiş noktası olan Ukrayna tıpkı Polonya gibi karşılıklı olarak Avrupa’nın ve Rusya’nın güvenliği açısından kritiktir. Rusya’yı Avrupa’dan uzak tutmayı amaçlayan İngiltere, Almanya ve Fransa gibi büyük güçler açısından istikamet üzerinde yer alan Ukrayna ve Polonya hayati öneme sahiptir. Rusya açısından ise batı sınırları doğuya göre dış saldırılara ve kültürel meydan okumalara daha açık olduğu için güvenlik siyasetinde daha önemli yer tutmaktadır. Polonya üzerinden Moskova’ya ulaşan Napolyon ve Ukrayna üzerinden Rusya’ya ağır bir darbe vuran Hitler’in Barbarossa Harekatı diğer yandan Rusya’nın “Avrupa’nın jandarması” rolünü üstlendiği dönemdeki üstünlüğü ve güç dengesinin bozulduğu anlarda buralardan batıya doğru gerçekleştirdiği operasyonlar, karşılıklı tehdit algısını sürekli besledi. Osmanlı İmparatorluğu da reel politiğin bir gereği olarak Ukrayna’yı Rusya’dan ayrı olarak tanımladı. Rusya ile Osmanlılar arasında Slavların yaşadığı coğrafyanın tümünde ve Karadeniz’de yaşanan güç mücadelesinde bugünkü Ukrayna toprakları kilit öneme sahipti. Diğer yandan Batılı güçler ve Osmanlılar açısından Karadeniz’de Rusya’dan kaynaklanan tehdit algısı ilgili tarafların dış politika yapımında neredeyse en etkili bağımsız değişkendi. Karadeniz’e hakim olmak isteyen bir güç mutlak surette Kırım’ın da dahil olduğu bugünkü Ukrayna topraklarını kontrol etmek durumundadır. Fatih Sultan Mehmet döneminden başlamak kaydıyla Karadeniz’i kontrol etmek isteyen Osmanlılar, Kırım’ın kendi güvenlikleri açısından hayati önemini kavramışlardı. Kuzeyden, Karadeniz’den İstanbul’a yönelecek herhangi bir dış tehdidin organizasyon merkezi doğal ve güvenli limanlara sahip Kırım’dır.
Moskova Knezliği döneminden itibaren Ruslar uzun süre Karadeniz’de bir liman elde etmek için Osmanlı İmparatorluğu ile mücadele etti. Orta Avrupa’nın nispeten daha istikrarsız olduğu dönemlerde Osmanlı İmparatorluğu, Rusya ve Lehistan bölgesel mücadelenin tarafları olarak Ukrayna’yı kontrol etmeye çalıştı. Üç devlet de kendi güvenlikleri açısından Ukrayna’da tutunmayı hedefledi. Birinci Petro’nun İstanbul’a yaklaşma siyasetinin bir parçası olan Ukrayna, Romanya, Bulgaristan, Trakya hattı aynı zamanda Balkan siyasetinde etkili olmak için elverişli bir rotaydı ve Panslavizm söylemi bu amaç için kullanışlı bir enstrümandı. Osmanlıların Rusya karşısında geri çekilmesi büyük oranda ileri bir karakol niteliğinde olan Ukrayna’dan başladı ve buradan hareket eden Çarlık Ordusu, sonraki süreçte İstanbul önlerine kadar ilerleyebildi. Yani Ukrayna, Rusya’nın batıya ve güneye doğru genişleme siyasetinin başlangıç noktası oldu. Buna karşılık Batılı güçler, sürekli olarak Rusya’nın batı ve güney istikametinde ilerlemesini engelleyecek bir politika takip etti. 1854 Kırım Savaşı böyle bir politikanın sonucudur. Kırım Savaşı’nı kaybederek bir dönem durmak zorunda kalan Rusya, toparlandıktan hemen sonra İstanbul’a yürüdü ve Kırım üzerinden Karadeniz’e çıkarak gerçek bir imparatorluğa dönüştü.
İki dünya savaşının ertesinde nüfuz bölgelerini büyük oranda korumayı başarsa da Soğuk Savaş’ın sonucunda dağılan Sovyetler Birliği’nin, Karadeniz’deki üstünlüğü sona erdi ve egemenlik hakları zayıfladı. Sahil şeridi kısalan Rusya’nın kıyı uzunluğu Karadeniz’deki varlığını tehlikeye atacak düzeyde kaldı. Bu dönemde Rusya Karadeniz’deki deniz gücü üstünlüğünü de yitirdi. Üstelik Karadeniz’in en güvenli limanı ve kontrol merkezi konumundaki Kırım, Ukrayna’da kaldı. Sovyet sonrası dönemde ABD’nin tek taraflı adımlarıyla 1997’de ortaya çıkan Karadeniz Güvenlik Programı ve 1999’dan itibaren Doğu Avrupa’daki eski Sovyet kontrolündeki bölgelerin kademeli şekilde NATO üyeliğine kabul edilmesiyle birlikte pozisyonu iyice zayıflayan Rusya, Batı Bloku karşısında adeta ezildi.
Ukrayna’ya savaş açan Putin’in Soğuk Savaş’ın bitiminde yaşananları “ülkesinin soyulması” olarak nitelemesi, kaybedilenlerin geri alınmasına yönelik irredantist motivasyonunu yansıtmaktadır. Kırım’ın Ukrayna sınırlarında kalmasına dönemin şartları içerisinde göz yummak durumunda kalan Rusya, toparlandığı ilk andan itibaren geleneksel siyasetinin vazgeçilmez unsurları olan Kafkaslar, Kırım ve Ukrayna hattına yöneldi. Soğuk Savaş sonucundaki dağılmayı “tarihsel Rusya’nın SSCB adı altında çöküşü” olarak niteleyen Rus liderin bir çeşit romantik irredantist temele oturmuş siyaseti üzerinden ilerleyen bu süreçte, batıdaki eski toprakların tamamına benzer operasyonlar yapmak NATO ve AB’nin gücü dolayısıyla Rusya açısından şimdilik mümkün değil. Ancak görünüşe göre Ukrayna ve Gürcistan gibi bu uluslararası örgütlere henüz üye olmayan bölgeler, Batılı güçlerin benzer şekildeki sınırlama ve nüfuz siyaseti karşısında pozisyon alan Rusya’nın güvenlikleştirme, siyasal söylem inşa etme ve kontrol etme siyasetinin merkezine oturmuş durumda.