Dünya, Soğuk Savaş sonrası tek kutupludan iki kutuplu bir dünya düzenine doğru hızla yol alıyor. Büyük güçler arası rekabet artıyor. Böylesi geçiş dönemlerinde, siyasi istikrarsızlık ve hatta büyük savaş ihtimali her zaman mevcut. Yükseliş ve düşüşteki güçler arası hakimiyet mücadelesinde savaş, tarihte de çok karşılaşılan bir durum. Atina’nın sürekli artan gücünden rahatsız Sparta’dan, Habsburg hanedanlığının aşırı güçlenmesinden rahatsız olan kuvvetlerin Otuz Yıl Savaşı’na kadar çokça örnek bulmak mümkün. Nihayet bugün yükselen Çin karsısında artan bir şekilde gardını alan bir Amerika devleti var. Ancak ABD’nin yükselen Çin ve Rusya gücüne karşı nasıl bir mücadele yürüteceğine dair, ne ABD içinde ne de müttefikleri nezdinde bir mutabakat yok.
Böyle bir ortamda ABD-Rusya ve ABD-Çin ilişkileri tarihin en kötü dönemini geçiriyor. Biden Mart'ta Putin'e “katil” demişti, akabinde de Rusya Washington büyükelçisini çekmiş, bir ay sonra da ABD Moskova büyükelçisini geri çağırmıştı. Her ne kadar son Cenevre Zirvesi iki ülkenin ilişkilerinin daha kötüye gitmemesi amacını taşıyorsa da büyükelçilerin temsil görevini bile yapamadığı bir ortamda, ilişkilerin normale döneceğini beklemek hayalcilik olur.
Benzer şekilde, Batı ittifakı-Çin arası ilişkiler de kritik bir dönemeçten geçiyor. Çin devlet başkanı Şi Jinping, 2013’te Kaliforniya’da Obama ile buluşmasında ABD-Çin arasında yeni bir büyük güç ilişkisi önermiş, çatışma veya yüzleşmenin yerine “karşılıklı saygı ve kazan kazan” seçeneğini masaya koymuştu. Çin’in teklifinin anlamı şuydu: Dünya liderliğini iki ülke arasında eşit bölüşelim. ABD’nin cevabı elbette olumsuz oldu. Bu partiler üstü olumsuz hava bugün de sürüyor. Biden Şubat'ta başkan olarak Şi Jinping ile ilk konuşmasının hemen akabinde “Eğer Amerika’da altyapı harcama ve yatırımlarını kendimiz artırmazsak, dünyada teknolojik üstünlüğümüzü ve rekabetçi yönümüzü tekrar sağlamazsak, Çin rızkımızı elimizden alacak” diye kendi senatörlerine feryat etmiş, baklayı ağzından kaçırmıştı.
NATO Sonuç Bildirgesine Çin’in Cevabı Gecikmedi
Keza, NATO’nun Haziran Brüksel Zirvesi sonuç bildirgesinde de, Çin'in davranışları ilk defa liberal uluslararası “sisteme bir meydan okuma” olarak ilan edildi. NATO Genel Sekreteri Stoltenberg, ittifak üyelerinin artık “Çin'in yükselişine karşı durmalarını ve ortak bir yanıt vermeleri gerektiğini” söyledi. Sonuç bildirgesinden birkaç saat sonra Çin de NATO'yu “Çin'in barışçıl kalkınmasını kötülemek için iftira atmakla” suçladı ve “Sistematik tehdit gelirse hiçbir şey yapmadan oturup bekleyecek değiliz” uyarısında bulundu. Trump’ın NATO ittifakını ve kendi müttefiklerini dinamitleyen 4 yılından sonra, Biden’ın Haziran boyunca G7 toplantısında ve NATO zirvesinde Avrupalı müttefiklerinin yanında olduğunu ikrar etmesi dikkat çekiciydi.
İnsan tüm bu yoğun diplomatik hamle ve söylemleri görüp duyduktan sonra; ABD’nin büyük güç rekabetinde daha saldırgan davranacağını veya Avrupalı müttefiklerinin Çin ve Rusya’ya karşı artık daha dik duracağını zannedebilir. Ancak bu beklentilerin birer hüsnükuruntudan ibaret olduğunu bilmemizde fayda var. Türkiye dahil, ABD’nin müttefiklerinin savunma ve dış politikalarını bu beklentiler üzerine inşa etmeyeceğini öngörmek gerekir. Aksi yönde davranabilirler mi? Özellikle 2008 ekonomik krizi sonrası, sıklet merkezinin Asya Pasifik'e kaydığını, ABD gücü ve statüsünün uluslararası siyasette artık etkisini kaybetmeye başladığını, kendi müttefikleri de görüyor. Elbette ABD gücünün sistemde bir müddet daha varlığını koruyacağı doğrudur, ABD düşüşüyle ilgili yapılan abartılı yorumlara da itibar etmemek gerek. Ancak yine de bu düşüşün büyük güçler rekabetine etkilerini iyi hesaplamak şart.
ABD Soğuk Savaş sonrası (Trump dönemi hariç) dış politikasında hakim liberal yaklaşımı seçip, statükoyu sürdürmek yerine daha maliyetli ve zahmetli bir yola girdi yani sistemin aktörlerini (toplumsal yapıları, yönetim şekillerini vb.) dönüştürmeye çalıştı. Özellikle Clinton’dan tevarüs eden ve Biden’ın da parçası olduğu bu hakim liberal hegemonya yaklaşımı, başta Çin ve Rusya olmak üzere pek çok ülkeyi gittikçe daha çok kızdırıp, korkutuyor. Ancak ne kızmak ne de korkmak Çin ve Rusya’yı ABD karşıtı bir savaşa itmeye yetmiyor. Bu iki rakipten en az birinin, ABD’nin (hala üstün) gücünü yakalaması şart.
Peki, büyük güçler aralarında güç dengesini sağlayıp yakalayıncaya kadar neler yapıyor? Büyük güç rekabetinde son durum nedir? Sistemin iki büyük gücü (Çin ve ABD) arasında yaşanan rekabette, ekonomik ve askeri güç dengesinin geçirdiği değişimlerle ilgili akademik ve popüler sayısız yorum ve analiz yapıldı. Ancak rekabette sıkça ihmal edilen bazı hususlar var, bu yazıda bunlardan bazıları üstünde durmak istiyorum.
Büyük Güç Milliyetçiliği
Günümüz büyük güçler mücadelesinde önemi az anlaşılan konulardan biri de milliyetçiliğin rekabetteki rolüdür. Milliyetçilik, özelde büyük güçler rekabetini, genelde de uluslararası ilişkileri derinden etkilemesi açısından oldukça önemli bir cereyandır. Trump dönemi Amerika’sını düşünelim. Trump’ın “önce Amerika” söylemi o kadar tesirli oldu ki bugün Biden ve partisi çok farklı bir ideolojik gelenekten beslense de bu popülist-milliyetçi dalganın etkisi altında Rusya ve özellikle Çin siyasetini şekillendiriyor ve bu milliyetçi dalganın akışına karşı durmakta zorlanıyor. Trump’ın ırksal ayrımcılık içeren “ekonomik milliyetçiliği” Amerikalılara şunu göstermekte başarılı oldu: Uluslararası ilişkilerde ABD küresel liderliğinin Amerikalılar için pratik anlamı aslında başka ülke vatandaşlarının refahı için kendi refahından vazgeçmek ve hiç tanımadıkları uzak diyarlardaki insanlar için genç askerlerini feda etmek. Bu noktada, Trump alt-orta sınıfların işlerini ve umutlarını çalan bir ülke olarak Çin’i hedef tahtasına oturtmakta da başarılı oldu. İçerde de Amerikan küreselcilerini yani serbest piyasa savunucusu Demokrat siyasi elitleri hedef aldı. Böylece Cumhuriyetçi ve Demokrat olsun Amerikalılar artık şuna inanıyor: Amerika’nın çalışan kesimleri işlerini Çinli şirketlere kaybettiği sürece bize rahat yok.
Öte yandan Çin’de de yükselen saldırgan bir milliyetçilik var. Bu milliyetçiliğin temelinde 1840’tan beri hakir görülmüş, haksızlıklara uğramış bir “kurban millet” olarak görülen ve bundan utanan bir Çin halkı var. Bu hissiyatı önce iç sonra uluslararası alanda milliyetçiliğe dönüştürmek isteyen yönetici elitlerin rolü de elbette büyük. Bu devlet-halk milliyetçiliği, iç siyasi hoşnutsuzlukların ve sorunların üstünü örtmekle kalmıyor, Çin devlet gücünü sürekli besleyen muazzam bir psikolojik kuvvet sağlıyor. Çinli yönetici elitler halklarını da yanlarına alarak sistemli ve planlı bir şekilde, 2008 Amerikan ekonomik kriziyle altüst olan iç ve dış dengeleri kendi lehine çevirme konusunda 2010’dan beri azimle çalışıyor. Çin’de bu milliyetçi hissiyat sadece belli elitlerde ve askeri zümrelerde mevcutken şimdi artık iş insanları, siyasi elitler, gençler ve akademisyenlerde dahi görülüyor. Burada söz konusu olan, Komünist Parti kontrolünden çıkabilecek ve son 10 yıldır çeşitli sosyal medya platformlarında büyüyen bir popülizm ve öfke milliyetçiliği. Başta Japonya gibi komşularına olmak üzere, pek çok ülkeye yönelebilecek saldırgan bir Çin milliyetçiliği sahne almaya başlıyor.
Psikolojik Güç Dengesi
ABD-Çin arası rekabette sadece maddi dengedeki değişimler boyutuna odaklanmak kanaatimce eksik bir yaklaşım olur. Zira dünyanın bir de “psikolojik güç dengesi” var. Bu ifade reel politiğin marka isimlerinden ABD dışişleri eski bakanı Henry Kissinger’a, bizzat kendisine ait. Kissinger bu ifadeyi, 1971 Pakistan-Hindistan geriliminin arka planında yaşanan Sovyet Rusya-Çin rekabeti bağlamında ABD’nin tavrıyla ilgili konuşurken kullanmıştı. Yani sanılanın aksine psikolojik faktörler aslında -Kissinger için bile- reel politiğin mümeyyiz vasıflarından biri.
İşte bugün Biden Amerikası’nın karşılaşacağı diğer bir zorluk da Çin’in bu uluslararası psikolojik güç dengesinde kendi lehine son yıllarda elde ettiği kazanımları tersine çevirebilmek. Biden her ne kadar Trump’ın bıraktığı miras olan küresel güven sorununu (müttefiklerin ABD’ye güven problemini) düzeltmenin yollarını arıyor görünse de yapısal faktörler ondan yana değil. Trump’ın nerdeyse yok ettiği Asyalı müttefiklerinin ABD’ye güven duygusu, başta Avustralya bölge ülkelerini, Çin ile ilişkilerinde yeni arayışlara sevk edebilir. Örneğin Kovid-19 “aşı eşitliği” konusuna bakalım. Biden yönetimi aşılamada çok geride kalan ülkelere ancak 2022’de aşı yardımında bulunma taahhüdü vererek oldukça gecikti. Geciken ABD’nin hilafına Çin ise bu konuda da ABD’yi çoktan geride bıraktı. Pandeminin çok yoğun yaşandığı günlerde “Health Silk Road-Sağlık İpek Yolu” inisiyatifini hemen devreye sokan Çin, süreç içinde çaresiz yardım bekleyen Avrupa ülkelerine el uzatan yeni müşfik küresel lider adayı olarak psikolojik güç dengesini kendi lehine çevirmeye başladı.
Rekabetin Yeni Yöntemleri
ABD ve Rusya arasında Haziran'daki lider zirvesinde stratejik nükleer silahların sınırlandırılması gibi konularda anlaşma zemini yakalanması bizi yanıltmasın. Zira konvansiyonel veya nükleer silahların sınırlandırılması anlaşmalarına dönüş, rekabetin azalacağı anlamına gelmiyor. Hegemonya geçişleriyle ilgili akademik literatürde vurgulanan ve hakim ülke pozisyonunda yaşanacak değişimin nihayetinde klasik askeri müdahale yöntemleriyle olacağı vurgusu da yanıltıcı olabilir. Artık büyük güç rekabeti araçlarının da değiştiğini görmek gerek. Günümüzde özellikle demokratik seçimler öncesi dijital sosyal medya platformlarında kullanılan algı yönetimi (Cambridge Analitik tecrübesi) bunlara bir örnektir. Yine Batılı demokratik ülkelerde radikal sağın politik istikrarı altüst eden çıkışını desteklemeye kadar pek çok yöntem Çin ve Rusya’nın müdahale menüsünde yer alabilir.
Peki Çin, ABD hakimiyetine karşı neler yapıyor? Çin-Rusya arasında formel bir ittifak ilişkisinden bahsetmek zor çünkü iki ülke arası anlaşmazlık noktaları yabana atılmayacak kadar fazla. Ancak yine de sistemde ABD karşıtlığı konusunda iki ülke arasında adı konmamış bir iş bölümünden bahsetmek mümkün. Bu iş bölümü ABD hakimiyetine karşı Çin’in ekonomik, Rusya’nın da askeri meydan okuması demek. Rusya askeri ve diğer (Avrupa’da yükselen aşırı sağ hareketlerin önünü açmak gibi) müdahale araçlarıyla Avrupa içi ve AB-ABD arası politik uyumu bozarken, Çin de çeşitli ekonomik ve finansal araçlarla ortaya çıkan politik istikrarsızlığı fırsat bilip Avrupa ülkeleriyle yeni ekonomik ittifaklar kuruyor. Örneğin 2021 başında Merkel’in de gerçekleşmesi için bizzat gayret ettiği “AB-Çin Yatırım Anlaşması” ABD’nin ve insan hakları örgütlerinin tüm itirazlarına rağmen 7 yıllık müzakereler sonunda hayata geçiyor. Bu anlaşmayla sadece Alman araba üreticileri ve Avrupalı sanayiciler değil, Çin de yüksek kar payı bekliyor. Ancak Çin’in burada en büyük kazancı Amerika’nın rağmına ve hilafına olarak başta Almanya, pek çok AB ülkesini kendine bir adım daha yaklaştırıp, mecbur kılması.
Çin’in Salgın Yönetimi: Küresel Bir Güç Gösterisi
Yukarıda da bahsettiğim gibi Kovid-19 salgını sonrası sağlık sektöründe yardım bağlamında Çin tüm dünyaya kamusal fayda sağlayan “müşfik lider” ülke rolünü ele geçirmiş durumda. ABD’nin gerileyen gücünü göstermesi açısından da Kovid-19 salgını önemli bir gösterge. Zira salgında Çin gerek diplomatik gerekse teknolojik enstrümanları kullanarak öne çıkıyor. Deneyimlerini kullanarak pek çok ülkeyle çeşitli kanallardan irtibata geçiyor, salgını önlemede kritik bilgileri paylaşıyor. Ayrıca salgında ekonomik krizlerle boğuşan ülkelere, hem maddi destek hem de sağlık alanında teknik destek sağlıyor. Örneğin, dünya ekonomisinde öne çıkan önemli küresel ticaret ağlarından Ali Baba üzerinden zor durumdaki ülkelerle etkileşime geçiyor. Afrika ülkelerinin yanında AB içinde sarsılan transatlantik güvenin farkında olarak özellikle İtalya’ya ventilatör, maske ve test kiti veriyor. Geçen kış İtalya’da AB’ye ve ABD’ye duyduğu güveni kaybeden halkın sokaklarda Rus ve Çin bayraklarını dalgalandırdığını unutmamak gerek.
Bahsi geçen bu yardımların psikolojik güç dengesine yapacağı etkilerini ve dünya siyasetine yansımalarını da görmek gerekir. Kendi kriz yönetiminin örnekliğini tüm dünyaya aktaran Çin, teknoloji yoğun yöntemlerle hastalığa yakalanan kişilerin mekansal tespitinden, aşılanmasına kadar kendi pek çok yönetim enstrümanını dünyaya kabul ettirerek mevcut liberal sağlık yönetiminin yerine yeni alternatifler sunuyor.
Rusya-Çin: İyi Polis-Kötü Polis?
Geçtiğimiz günlerde Kırım'ın güneyindeki Fiolent Burnu yakınlarından geçmekte olan bir İngiliz savaş gemisine Rusya’nın verdiği askeri cevap, büyük güç rekabetinin Ukrayna’yı son yıllarda içine soktuğu siyasi ve askeri istikrarsızlık girdabına bir örnek. Rusya 20'den fazla jetiyle ve iki sahil koruma gemisiyle İngiliz HMS Defneder gemisini 100 metreye kadar takibe almış, Su24-M tipi bir jet de geminin güzergahına dört bomba atmıştı. Rusya, bu manevrayla bir kez daha Ukrayna'dan ilhak ettiği Kırım'ın karasularının kendisine ait olduğunu tüm dünyaya göstermiş oldu.
Ukrayna’nın son yıllarda içinden çıkamadığı krizler, dünya büyük güç rekabetinin seyri açısından da oldukça öğretici. Bilindiği gibi Rusya 2014’te Kırım'ı Ukrayna'dan ilhak etmiş, Donbass Savaşı’yla da Ukrayna’yı büyük bir istikrarsızlığa sürüklemiş bulunuyor. Avrupa ülke kamuoyları hemen yanı başındaki bu krize cılız bir tepki verirken, Batı ittifakı da Rusya’nın 2014’teki Kırım ilhakını bir bardak soğuk su içerek izliyor. Her ne kadar G8’den çıkarılan Rusya’ya karşı başta ekonomik ambargo, çeşitli müdahale araçları devreye sokulsa da Batı ittifakının bu dış siyasetinin istenen sonucu verdiğini söylemek imkansız.
Rusya bu sert politikayla, Ukrayna’yı adeta çözümsüz bir girdaba sokarken, Çin ise görünüşte Ukrayna’yı bu girdaptan kurtaracak hal çareleri arıyor. Geçtiğimiz günlerde basına da yansıyan Çin’in son Ukrayna hamlesi, Çin’in bir süredir başarıyla sürdürdüğü ince, özel ikili ilişki biçimini göstermesi acısından hayli ilginç. Çin, uzun bir süredir Ukrayna’nın gözbebeği savunma sanayii şirketlerini satın alma yolunda çabalıyor. Çin’in helikopter ve uçak motoru üreten uzay ve havacılık aksamları tedarikçisi “Motor Sih” ile otomatik silah sistemleri üreticisi “Trident Deflense” şirketlerini satın alma çabası, Batılı ülkelerin de dikkatinden kaçmıyor. Ukrayna, tanktan uzay teknolojisine kadar Sovyetler Birliği savunma sanayii için merkezi konumdaydı. Çin bu yatırımlarla hem eski silah sistemlerini modernize etme amacı taşıyor hem de Ukrayna’nın önemli mühendislik tecrübe ve birikimini kendi safına çekiyor. En önemlisi de Çin yükselen bir büyük güç olarak Rusya dahil diğer büyük güçleri geride bırakıp Ukrayna krizinde kendine yeni bir manevra alanı buluyor.
Ukrayna ise Çin’in satın alma isteğini geri çevirmek istemiyor zira savunma sanayiinde fabrikalarının kapanmasını, bilgi ve tecrübe birikiminin buhar olmasını ve çalışanların da işlerini kaybetmelerini istemiyor. Kerhen de olsa Çin’in bu finansal çözüm yolunu kabul etmek durumunda kalıyor. Sadece bu sektör yatırımları da değil, Kuşak ve Yol projesiyle Çin, Ukrayna’ya otoyollar, demir yolları, barajlar taahhüt ediyor. Ukrayna gibi stratejik bir ülkeyi yanına çekerek de Avrupa kapılarına dayanmış oluyor. Böylece Kırım’ın ilhakından bugüne Rusya adeta kötü polis olurken, Çin ise çare bulan çözüm sunan bir aktör olarak temerküz ediyor.
Peki, ABD Çin’in bu Ukrayna hamlesiyle ilgili ne yapıyor? Özellikle Amerika’da hem Cumhuriyetçi hem Demokrat başkanlar Çin’in Ukrayna’daki bu hamlesinin öneminin farkında, zira ileri teknoloji içeren ve stratejik tedarik zincirinde önemli yer tutan bu motor üretim sektörünün jet motoru ve savaş uçaklarında da kullanabileceğinden çekiniyorlar. Ukrayna hamlesinin ayrıca Çin’i Doğu Avrupa’ya açacak bir savunma hattı olabileceğini de öngörüyorlar. Biden’ın okyanusun öbür tarafından Ukrayna’ya “satma” demesi veya varlıklı Amerikan vatandaşlarını Ukrayna’ya yatırıma davet etmesi de Ukrayna’nın ekonomik sorunlarını çözmüyor. ABD böylece Çin’e yüklenmek yerine Ukrayna’ya yükleniyor ve uyarılar savurup NATO üyeliğini unut demeye getiriyor. Yani tıpkı Türkiye-Rusya-ABD arasındaki S-400 tecrübesinde olduğu gibi Ukrayna’nın ekonomik ihtiyaçlarını gidermek yerine tehdit-uyarı çıkmazına giriyor.
Özetle, hegemonya geçişleri meselesinde öne çıkan bir başka husus olarak ABD’ye karşı Çin ve Rusya arasında adı konmamış bir iş bölümü yapılma ihtimalini iyi düşünmek gerekiyor. Bu iki ülke ABD’yi sınırlandırma adına birlikte hareket edebilir. Çin askeri olmayan ekonomik-teknolojik güç unsurlarını kullanırken Rusya daha çok askeri güç unsurlarını devreye sokarak Avrupa ülkelerine gözdağı veriyor. Örneğin, artık neredeyse sürekli ekonomik kriz hali yaşayan Batılı ülkelerin yapmaya mecbur olduğu pek çok altyapı yatırımına, Çin kredi ve iş gücü sağlıyor. Yine Avrupa ülkeleriyle Kuşak ve Yol projesinde katedilen mesafenin cazibesi de bu bahisten. İki büyük güç de Avrupalı ülkelerin kendi savunma stratejilerini oluşturma yolunda ABD’ye ilanihaye sırtını dayayamayacağını öngörüyor. Avrupa enerji güvenliği, Kırım ilhakı, Ukrayna’da süren politik ve askeri istikrarsızlık ve çatışmalar, kritik Suriye müdahalesi ve benzeri konular Avrupa ülkelerini kendi savunma stratejilerini geliştirme yolunda düşünmeye zorluyor. AB içinde farklı bir güvenlik mimarisi kurulmasının son tahlilde Çin ve Rusya lehine sonuçlar doğuracağını görmek ve buna hazırlıklı olmak gerekiyor.