Uluslararası örgütlerin çeşitli periyotlarla yayınladıkları raporlar, ülkelerin bulundukları konumların anlaşılması ve değerlendirilmesi açısından önem arz etmektedir. Nitekim ekonomi, siyaset, genel özgürlükler ve medya alanlarında çeşitli değişkenlerle ölçekler geliştiren örgütler, bu yönüyle takip edilen ve yayınladıkları raporlarla gündem olan mecralardır. Bağımsız olduğu düşünülen ve sayısal veriler üzerinden analizler yapan ilgili kuruluşların Batı dünyasında olmaları ise, dünyanın geri kalanı için bir tartışma konusudur. Öyle ki ekonomi ya da medya alanında değerlendirmelerde bulunan bir kuruluşun Batı’nın dışında bir ülkeye ilişkin yaptığı analizler zaman zaman siyasi olduğu gerekçesiyle eleştirilmektedir. Benzer biçimde Türkiye’nin iç politikasındaki netameli konular, genel özgürlükler alanındaki performansı ve spesifik olarak medya alanındaki pratikleri de söz konusu örgütler tarafından değerlendirilmekte ve bu değerlendirmeler, gerçekliği yeterince yansıtmadığı gerekçesiyle eleştirilmektedir.
Uzun yıllar bu konudaki en önemli gündem maddelerinden birisi de uluslararası alanda basın özgürlüğü raporları kaleme alan örgütlerin analiz ve değerlendirilmeleri olmuştur. Bahse konu raporların, bu anlamda eksikliklerin görülüp telafi edildiği yerlerden daha ziyade bir vesayet mekanizması işlevi gördüğü ve Türkiye’yi belirli çerçevelere hapsettiği dile getirilmektedir. Demokratikleşme konusunda önemli adımlar atan ve bu alanda sürdürülebilir bir vizyonla hareket ettiği iddiasını taşıyan AK Parti hükümetleri dönemi, uluslararası örgütlerin basın özgürlüğü raporlarının en fazla konuşulduğu ve tartışıldığı dönemler olmuştur. Bu yazıda özellikle son iki yılda Türkiye’nin basın özgürlüğü karnesine ilişkin yapılan değerlendirmeler ele alınacak ve içerikler üzerinden bir tartışma yapılacaktır.
Türkiye Değerlendirmeleri
Türkiye’de genel anlamda medya ve özgürlükler konusundaki tartışmalar önemli ölçüde uluslararası örgütlerin kaleme aldığı raporlardan etkilenmekte ve muhtelif yönleriyle gündeme gelmektedir. Bu yönüyle bakıldığında basın özgürlüğü tartışmalarına doğrudan veya dolaylı biçimlerde etki eden en önemli parametrelerden biri hiç kuşkusuz bu alandaki “basın özgürlüğü” raporlarıdır. Başta Freedom House, Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü ve Gazetecileri Koruma Komitesi gibi kuruluşlar olmak üzere birçok örgüt basın özgürlüğü ile ilgili raporlar kaleme almakta ve bu konudaki gündemi belirleyici içerikler üretmektedirler. Periyodik olarak kaleme alınmasının yanı sıra bazı önemli ve kritik olaylarda da doğrudan raporlar hazırlayan örgütlerin bu çalışmaları, hem iç hem de dış politikadaki temel tartışmalarla birlikte ilerlemektedir. Bu nedenle ilgili kuruluşlar raporlarını sadece basın alanıyla sınırlı tutmamakta ve hemen her sosyo-politik olayı bir değişken olarak hesaba katmaktadırlar. Bu nedenle konuyu yakından takip edenler, basın özgürlüğü raporlarının sadece basın alanıyla sınırlı kalmadığını yakından bilmektedirler.
Basın özgürlüğü alanında en etkili kuruluşlardan birisi Freedom House’dur (FH). Bu kuruluşun son yıllardaki raporlarına bakıldığında Türkiye’nin tedrici bir biçimde negatif temsil edildiği görülmektedir. Öyle ki 2018 ve 2019’daki raporlarda öne çıkan tema, Türkiye’deki sistem değişikliği ve bu değişikliğin yarattığı iddia edilen sosyo-politik dönüşümlerdir. FH’ye göre 2017’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin referanduma götürülmesi ve sonrasında sistem değişikliğinin kabul edilmesi, Türkiye’deki demokrasi tartışmalarında milat niteliğindedir. 2018’de yapılan seçimlerde, sistem değişikliğinin etkisi ile daha fazla güç kazanılması ve gücün temerküz edildiği eleştirileri bu noktada kilit öneme sahiptir. Nitekim bu eleştirilerde karşımıza çıkan en açık iddia, Erdoğan başkanlığındaki AK Parti’nin sistem değişikliği ile daha fazla güçlenmesi ve bunun sonucunda aşırı güç kullanımı ile toplumsal muhalefeti engelleyici bir pratik sergilediği yönündedir.
Eleştiri Temaları Dikkat Çekici
2020 değerlendirmelerine daha yakından bakıldığında ise internet yasası olarak bilinen 5651 sayılı Kanun'aa yönelik eleştirilerin ağırlıklı bir yer işgal ettiği görülmektedir. Söz konusu yasa ile ortaya çıkan tabloda sosyal medya şirketlerine temsilci bulundurma ve diğer bazı yükümlülüklerin getiriliyor oluşu baskıcı bir hukuki düzenleme olarak yorumlanmış ve Türkiye’de internet özgürlüğü alanında gerileme yaşandığı iddia edilmiştir. Ayrıca internet üzerinde çeşitli baskı politikaları izlendiği, bazı gazetecilerin bu dönemde tutuklandığı ve çeşitli internet sitelerinin kapatıldığı gibi iddia ve eleştiriler dile getirilmiştir. Bazı sosyal medya platformlarının kısıtlandığı, deprem dönemlerinde internete erişimde sıkıntılar yaşandığı, erişimin önünde bazı yapısal engeller olduğu, teknik ve yasal düzenlemeler üzerinden birtakım kısıtlamalar yapıldığı eleştirileri de raporda yer alan hususlardır. Genel değerlendirme bölümünde en dikkat çeken konu ise Türkiye’ye yönelik uluslararası düzlemdeki eleştiri temalarının burada da benzer biçimde kendisini göstermesi ve Türkiye’nin tedrici biçimde otoriterleşme yolunda ilerlediği iddiasıdır. Nitekim 2009’daki Davos krizi ile başlayan ve Türkiye’nin hem bölgesinde hem de küresel alanda yaşadığı otonomi arayışı ile paralel seyreden Türkiye’nin negatif temsili, Batı medyasında sıklıkla ele alındığı gibi basın özgürlüğü raporlarında da merkez anlatı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Basın özgürlüğü alanındaki raporlarıyla dikkat çeken ve bu konuda kamusal tartışmaların yapılmasına olanak sağlayan bir diğer kuruluş da Sınır Tanımayan Gazeteciler (RFS) örgütüdür. RSF’nin Türkiye’deki bazı olaylara ilişkin özel rapor ve değerlendirmeler yapıyor oluşu ve yakın ilgisi onu diğer örgütlerden ayıran bir husustur. RSF’nin geçtiğimiz yıllardaki en temel eleştirisi, Türkiye’deki medyanın çoğulculuk açısından sorunlar yaşadığı iddiasıdır. 2020 değerlendirmelerine bakıldığında ise benzer biçimde medya ve gazetecilerle ilgili konu başlıklarının ön plana çıktığı görülmektedir. İlk evrede Avrupa Birliği (AB) ile müzakerelere devam eden ve üyelik sürecinde aktif olan bir Türkiye’den otoriter politikalara evrilen ve basın-yayın organlarının özgürlük alanlarını sınırlandıran bir Türkiye modeline geçildiği anlatısı burada da kendisini hissettirmektedir.
Her yıl, çeşitli değişkenler ışığında dünya basın özgürlüğü sıralaması yapan RSF’nin endeksinde Türkiye 2020’de 154’üncü sırada gösterilmektedir. İnternet ve sosyal medyada sansür düzeyine varan uygulamalar olduğu, yeni yasal düzenlemeler ile sosyal medya şirketlerinin kontrol altına alınmak istendiği ise dile getirilen bir eleştiri konusudur. Norveç, Finlandiya ve Danimarka gibi ülkelerin en özgür ülkeler kategorisinde olduğu değerlendirmelerde Kuzey Kore, İran ve Vietnam gibi ülkeler de bu anlamda özgür olmayan ülkeler olarak sıralamasının alt basamaklarında yer almaktadırlar. Türkiye’deki cari iktidarın ve özelde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Tayland, Çin ve Mısır gibi ülkelerin yöneticileri ile birlikte medya düşmanı olarak gösterildiği RSF raporları, bu anlamda Türkiye’yi kategorize etme biçimleri ile de kendisini farklılaştırmaktadır.
Son dönemdeki basın özgürlüğü raporlarına bakıldığında Batı’da yükselişe geçen Türkiye karşıtı negatif dil ile raporların değerlendirme, iddia ve eleştirileri arasında bir senkronizasyon olduğu görülmektedir. Özellikle Türkiye’nin dış politikadaki farklılaşma vizyonuna bağlı olarak ortaya çıkan yeni arayışlar ve çeşitli iş birlikleri, söz konusu örgütlerin raporlarında da açık bir eleştiri konusu olabilmektedir. Örneğin bu raporlarda bir yandan Türkiye’nin güvenlik gerekçesiyle Suriye’deki askeri müdahaleleri sorun edilirken diğer yandan Doğu Akdeniz’deki varlığı eleştiri konusu edilebilmektedir.
Türkiye’nin sadece medya alanında değil hem iç hem de dış politikadaki siyasetini sorunsallaştıran bu yaklaşım, aynı zamanda Türkiye’yi bağlamsız ve dünyadan yalıtık koşullarda değerlendirme çabasındadır. Örneğin her iki raporda da hem doğrudan hem de dolaylı biçimde atıf yapılan 5651 sayılı Kanun (İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi Ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun), sosyal medya platformları ve internetin siyasi amaçlar doğrultusunda kontrol edilmesi ile ilişkilendirilmiştir. Başta Almanya ve Fransa gibi ülkelerin regülasyon modelleri incelenerek kaleme alınan bu yasanın sadece sansür ve kontrol bağlamları üzerinden değerlendiriliyor oluşu, dünyadaki korumacı trend ve regülasyonu ön plana alan perspektifleri ıskalamaktadır. Bugünün dünyasında dijital alanları bir egemenlik meselesi olarak gören yaklaşım başta AB ülkeleri ve ABD’de çok daha korumacı bir biçimde kendisini göstermekte ve sosyal ağ sağlayıcıları çeşitli yükümlülüklere tabi tutulmaktadır. Türkiye’nin de bu alanda ön alması ve ilgili kurumlarla hem ihdas ettiği yasalar ile hem de geliştirdiği iş birlikleriyle bir model geliştirmesi, sansür ve denetimden ziyade bir gereklilik olarak değerlendirilmelidir. Buna mukabil raporlarda temas edilen ve eleştiri konusu edinilen bazı noktaların dikkate alınması ve bu konularda gerekiyorsa adım atılması kaçınılmaz bir zorunluluktur. Zira Türkiye, özgürlükleri ve hukukun üstünlüğünü göz önünde tutarak demokrasi standartlarını yukarı çekmeyi hedefleyen ve gelişen şartlara göre bu hedefini revize eden bir ülke vizyonunu her zaman sürdürme arayışı içerisinde olmuştur. Türkiye’nin bu konumunu sürdürmesi ve başta medya alanı olmak üzere sosyal ve politik alanlarda da reformu önemseyen bir yaklaşımı dikkate alması oldukça önemlidir. Fakat bu durum, söz konusu küresel örgütlerin zaman zaman yayınladıkları raporlar ile bir vesayet mekanizması işlevi görmeye çalıştığı gerçeğini de değiştirmemektedir.