Dünya sisteminin ağırlık merkezi Atlantik’ten Asya Pasifik eksenine doğru yol alırken, ortaya çıkan çok kutuplu küresel yapıda yükselen güçlerin görece önemleri ve etkinlikleri de giderek artıyor. Bu bağlamda Batı’nın kurumsal ve ekonomik/teknolojik hegemonyasını aşındıran dünyanın başlıca yükselen gücü Çin ile -Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya hattındaki en önemli yükselen güç olan- Türkiye arasındaki ilişkilerin farklı vesileler ile kamuoyu gündemine gelmesi gayet normal.
Türkiye’nin dış politika tercihleri açısından bakıldığında Arap Baharı’nın otoriter darbeler, dış müdahaleler ve iç savaşlar ile tersine dönmesinden bu yana özellikle “Bir Kuşak, Bir Yol” ve Stratejik Açıdan Türkiye-Çin İlişkileri bölgesel jeopolitik gelişmelere karşı takınılan tavırlar ve politika tercihlerinin ABD-AB ekseniyle radikal biçimde farklılaşmakta olduğu açık. Suriye’de 19. yüzyıl güç dengesini çağrıştırır biçimde birçok uluslararası gücün birbirini dengelemeye çalıştığı ve Batılı müttefiklerin kimi zaman Rusya ile birlikte alenen Türkiye’nin ulusal güvenliğinin altını oyacak girişimlerde bulunmaları Türkiye’nin geleneksel Batı angajmanını dengeleyecek arayışlar içinde olmasını tetikliyor. Örneğin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son ABD ziyaretinde Başkan Trump’ın yüzüne de açıkça ifade ettiği gibi Türkiye NATO’daki müttefiklerinin kendisi tarafından terör örgütü olarak tanımlanan YPG’yi muhatap olarak alıp DEAŞ’la mücadele bahanesi ile modern ağır silahlarla desteklemesini şiddetle kınıyor. Ancak gerek NATO güvenlik şemsiyesini riske atmamak gerekse ABD ile yaşanabilecek yüksek yoğunluklu bir gerginliğin ağır maliyetlerini yüklenmemek adına soğukkanlı ve sabırlı bir şekilde bu konudaki rahatsızlığını dile getirmeye devam ediyor. AB ile de aşırı sağ hareketlerin yükselişine koşut olarak giderek bozulan, mülteci meselesindeki samimiyetsizlikle karşılıklı güveni zedeleyen, Avrupalı liderlerin olağanüstü hal (OHAL) dönemi ve referandum sürecindeki küstahça tavırlarıyla zirveye çıkan ve üyelik müzakerelerinin dondurulması noktasına kadar ilerleyen diplomatik tıkanma da ortada.
Doğu’ya Açılım Batı’yı Dengelemeye Yarayacak
Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın zaman zaman dile getirdiği Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) üyeliği ya da Doğu’daki yükselen güçlere açılma söylemlerini, Türkiye’nin geleneksel Batı ekseni ya da ittifak ilişkilerinden kalıcı bir kopuş özlemi olarak görmek son derece indirgemeci bir yaklaşım olur. Aksine Erdoğan’ın referandum zaferinin hemen ardından dünyanın en önemli yükselen ekonomileri Hindistan ve Çin’i ziyaret edip oradan ABD Başkanı Trump ile yapacağı kritik görüşmeye geçmesi, özellikle Batı ittifakına yönelik stratejik dengeleme anlamında önemli sembolik mesajlar taşıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başkan Trump ile ilk yüz yüze görüşmesini gerçekleştirmeden hemen önce 14-15 Mayıs tarihlerinde Pekin’deki “Bir Kuşak, Bir Yol” zirvesine katılarak 30 civarında dünya lideriyle bir araya geldi. Zirvenin aile fotoğrafında ev sahibi Xi Jinping’in bir tarafında Vladimir Putin diğer tarafında da Cumhurbaşkanı Erdoğan yer alıyordu. Erdoğan’ın NATO ittifakının kilit bir üyesinin lideri olarak Çin tarafından adeta yeni bir küreselleşme vizyonunun ortaya konduğu böyle bir toplantıya katılması, hem Rusya hem de Çin liderlerinden yüksek ilgi/itibar görmesi Türkiye’nin Batı dünyası ile yaşadığı diplomatik tıkanmaları hafifletebilecek önemli bir stratejik kaldıraç hükmünde.
Çin’in Dünyaya Açılımında Türkiye’nin Yeri
“Bir Kuşak, Bir Yol” projesi Çin’in küresel sisteme kontrollü entegrasyon sürecinde artık yeni bir evreye girdiğini ortaya koyan ve Avrasya hattından başlayarak Batı’ya doğru finans, ticaret, lojistik, iletişim, altyapı ve kültür ağları örerek agresif biçimde açılma niyetini ete kemiğe büründüren önemli bir proje. Bu bağlamda zirvenin nihai bildirisi “açık bir küresel ekonomi”ye, “katılımcı ve serbest ticaret”e vurgu yapıp “korumacılığın her türlüsü”ne de karşı çıkılması gerektiğini ortaya koydu. Başta ABD olmak üzere tüm gelişmiş ekonomilerde talep daralması ve ekonomik durgunluk eğilimlerine karşı korumacılık rüzgarları yükselirken ve Başkan Trump Çin ile Meksika gibi yükselen ekonomileri açıktan hedef gösterirken Çin’in serbest ticaret üzerinden bir entegrasyon çizgisinde ısrarlı olması, ekonomik ve teknolojik rekabette kendine güvenini de ortaya koyuyor.
Aslında Deng Xiaoping’in dışa açılım politikalarının başladığı 1980’li yıllardan bu yana Çin’in dış politika-ekonomik strateji ekseninde dengeli biçimde ilerlediği ve dünya sistemindeki muhtemel etki alanlarını genişletecek adımları sistematik biçimde attığı biliniyor. Bu bağlamda “Bir Kuşak, Bir Yol” projesi artık ucuz iş gücü ile dünyanın üretim üssü olma fonksiyonunu tamamlayan Çin’in hem kendi içindeki altyapı ve ulaşılabilirlik sorunlarını tamamen çözme hem de Orta Asya’dan Afrika ve Latin Amerika’ya uzanan bir çizgide özellikle gelişmekte olan ülkelerin altyapı ve kalkınma yatırımlarını finanse ederek devasa bir ekonomik ve siyasi etki alanı kurma vizyonunu yansıtıyor. Yalnız projenin İngiltere dahil tüm Batılı ülkeler ve bu arada Türkiye gibi yükselen ekonomilere açık bir tarzda gerçekleştirilmesi, uygulanması düşünülen yüzlerce projede farklı ortaklıkları ve çok taraflı bir kazan-kazan beraberliğini de gündeme getiriyor. Çin liderliğinde kurulan çok taraflı Asya Altyapı Yatırım Bankası (AIIB), Yeni Kalkınma Bankası (NDB) ve İpek Yolu Fonu proje bağlamında gerçekleştirilecek yatırımlar için önemli kamu finansman kaynakları oluşturuyor.
Çin’in ekonomik entegrasyon, ticaret ve teknolojik rekabetçilik üzerinden küresel sistemde kendisine bir alan açıp Batılı aktörler ile siyasi ve stratejik konularda dengeli ilişkiler kurabilmesi, Türkiye için de belli unsurları uygulanabilir bir model oluşturuyor. Elbette iki ülkenin coğrafi büyüklükleri, nüfus potansiyelleri, ekonomik ve teknolojik birikimleri, askeri ittifak yapıları ve tarihsel gelişimleri birbirinden çok farklı. Ancak “kalkınmacı” bir politika izleyerek dünya sistemindeki görece konumlarını geliştirme istekleri birbirine oldukça benziyor. Dolayısıyla Türk müteahhitlik şirketlerinin dünya piyasasında Çin’den sonra ikinci sırada yer almaları ya da ekonomik diplomasi girişimlerinde Çin ile Türkiye’nin artan oranda Afrika’da ya da Latin Amerika’da karşılaşmaları şaşırtıcı değil. “Bir Kuşak, Bir Yol” gibi mega projeler Çin için olduğu kadar Tarihi İpek Yolu’nun doğal bir parçası olan Türkiye için de son derece önemli ve Doğu Asya’dan Avrupa ve Afrika’ya kadar uzanan bir alanda devasa altyapı, ulaşım, iletişim, ticaret, finans ağları örülmesi sürecinde ekonomik dinamizmini ve diplomatik etkinliğini artırmak isteyen Türkiye’nin de istifade edeceği birçok fırsatın ortaya çıkacağı açık. Türkiye, dünya sisteminin ekonomik ve jeostratejik merkezinin Asya Pasifik eksenine doğru kaymakta olduğunun farkında ve bu bağlamda Çin ile ikili ve çok taraflı ilişkilerine büyük önem veriyor.
Yaklaşık 20 milyar dolarlık ticaret hacmi ile halihazırda Türkiye’nin Almanya’dan sonra ikinci büyük ticaret ortağı olan Çin ile ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi ve Türk firmalarının büyüyen Çin pazarındaki yatırımlarının artırılması noktasında da büyük potansiyel var. Nükleer enerji ve hızlı tren hatları gibi büyük çaplı projelerden bilim-teknoloji ve finans alanına, merkez bankaları arasında para takası anlaşması imzalanması sonrası yerel para birimleri ile ticaretten üçüncü ülkelerde ortak yatırımlara kadar büyüme potansiyeline sahip önemli alanlar mevcut. Türkiye ve Çin küresel yönetişim sisteminin reformu ve ekonomik diplomasi gibi konularda birbirine benzer düşünüyor ve daha katılımcı bir düzeni savunuyor. İkili diplomatik yakınlık derinleştikçe ekonomik ilişkiler ve stratejik ortaklıklar da muhtemelen ivme kazanacak. Ancak bu gelişmeler Türkiye’nin Batı ile olan ittifak ilişkilerini sarsmayacak aksine daha eşitlikçi bir temele oturtulmasına katkı sağlayacak.