Her din ilk ortaya çıktığı anda sosyal değişmenin adeta motor gücü olur. Bu süreçte dini kimlikler şekillenir, ötekiyle ilişkiler netleşir, kendi ayakları üzerinde durabilen görece homojen bir inanç topluluğu teessüs ve teşekkül eder. Asıl sorun dinin tebliğcisi peygamberin vefatıyla ortaya çıkar. Söz konusu vefat hadisesi inananlar üzerinde bir yandan yarınlara yönelik kaygı ve endişeleri diğer yandan geleceğin planlanmasına dair çabaları harekete geçiricidir. Dini öğretinin saf ve sahih bir şekilde devamlılığını sağlamak, teşkilat yapısını ve bu bağlamda yeni lideri belirlemek yaşamsal öneme sahiptir. Zira dini inancın saflığı ve sahihliğine halel gelirse bunca mücadele ve emek bir bakıma boşa gitmiş demektir. Bu nedenle iman, ibadet ve ahlak esasları temel dini metinler üzerinden tanımlanır. Siyasi iradenin açık ya da örtük desteğiyle dini bilgi, algı ve yaşantı kurumsallaşmaya başlar. Ulemanın merkezde olduğu bu dönem vahyi yorumlamada akli referansların ön plana çıkmasıyla temayüz eder.
Gerçi ana dini bünyeyi temsil ettiğini iddia edenlere, siyasi yapıya, ulemaya ve onların çizdiği sınırlara çok çeşitli itirazların geldiğini görmekteyiz. Bu itirazları yapanların bir kısmı ana dini bünyeden ayrılmayı hedeflerken bir kısmı ise muhalefetlerini ana dini bünye içerisinde kalarak yapmak taraftarıdır. Neticede birbirini az ya da çok dışlayan yahut birbirini az ya da çok kapsayan itikadi ve ameli mezhepler zuhur eder. Bunu takiben yine ana dini bünyeyle ilişkisi kuvvetli ya da zayıf olan tarikatlar ortaya çıkar. Bu durumda bir dinin onlarca hatta yüzlerce yorumu ile karşılaşmak olasıdır. Bütün mesele mevcut yorumlardan hangilerinin ana dini bünyeyi daha isabetli temsil ettiği sorusunda düğümlenir. Kuşkusuz söz konusu mezhep ve tarikatların hepsi taraftar bulabilmiş ve bugüne kadar ulaşabilmiş değildir. Örneğin günümüzde Taberi’nin mezhebinden hiç kimse söz etmemektedir. Bu haliyle o münderistir. Keza bir dönem siyaseten Abbasi devletinin desteğini alarak ziyadesiyle güçlenen Mutezile mezhebi de –her ne kadar bazı fikirleri Sünnilik ve Şiilik içerisinde yaşasa bile– tarih sahnesinden silinip gitmiştir.
Zamanın Değişmesiyle Hükümler de Değişir
Yaklaşık 8. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında rasyonel-kitabi dindarlık ile batıni-mistik dindarlık arasında ciddi gerilimler yaşanmıştır. Bununla birlikte o dönemde henüz oluşumuna devam eden Sünnilik ile ana dini bünyeden kopmak istemeyen tasavvufun buluşma ve barıştırılma çabaları dikkat çekicidir. Bu bağlamda Gazali’yi hassaten anmak gerekir. Zira Gazali’nin Nizamiye Medresesi’nin kuruluşunda yer alması, İhya-i Ulumi’d-din ve Tehafüt-ü Felasife adlı eserlerini kaleme alması siyasi iradenin halkın inançlarını korumada işlevsel olduğunu göstermektedir. Zira Nizamiye Medresesi ile Batıniliğe karşı Sünni doktrin korunurken İhya-i Ulumi’d-din ile tasavvuf meşrulaştırılmakta, Tehafüt-ü Felasife ile de antik Yunan felsefesinin İslami düşünceyi tek yönlü etkilemesine karşı tedbirler alınmaktadır. Gazali’nin o günkü siyasi irade ile yakın ilişkiler içinde olması şunu göstermektedir: Devleti temsil edenler kendilerini ait hissettiği dini düşünceyi korumakta, dinin saf ve sahih bir şekilde yaşanması için mücadele etmekte, dahası Sünnilik yorum ve yaşayış itibarıyla rayından çıktığı zaman onu yeniden kendi mecrasına taşımak istemektedir.
Osmanlı devleti döneminde de zaman zaman bu yönde eğilimler görülmüştür. Hatta Osmanlı devletinde medrese ile tekke arasında gerilim yaşandığı zaman siyasi iradenin medresenin yanında yer aldığını görmekteyiz. Çünkü medrese rasyonel olanı temsil etmektedir. Devlet ise irrasyonel tutum ve davranışlarla yönetilemez. Hatta iki tekke arasında gerilim olduğu zaman Osmanlı idarecileri genellikle şehirli tekkeleri desteklemişlerdir. Zira şehirli olmak kırsalın büyülü dünyasından belli oranda uzaklaşmak ve rasyonaliteye yaklaşmak demektir. Cumhuriyet döneminde de devrin ideolojisine uygun olarak dini yapılarla ilişkiler daha farklı bir boyut kazanmıştır. Rasyonel Sünni İslam’ı temsil etmesi için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuş, irrasyonel kabul edilen tekkeler ve zaviyeler ise kapatılmıştır.
Her dinin gelişim tarihinde gözlenen olgulardan biri de şudur: Sosyal değişme ve gelişmeler dini düşünceyi de etkiler. Özellikle muamelat kapsamındaki fıkhi içtihatlar mevcut sorunlara çare olmadığı ve ihtiyacı karşılamadığı zaman, kemikleşen geleneksel din algısı gelişme ve ilerlemenin önünde ciddi bir engel oluşturabilir. Çünkü “Ezmanın tegayyürü ile ahkamın tegayyürü inkar olunamaz” (Zamanın değişmesiyle hükümlerin değişmesi inkar olunamaz) ilkesi unutulmuş, “Mevrid-i nasta içtihada mesağ yoktur” (Nassın olduğu yerde içtihat yapılmaz) ilkesi genişletilerek fakihlerin görüşleri adeta “nas” gibi kabul edilegelmiştir. Kuşkusuz bunun çok çeşitli nedenleri vardır. Burada bizi asıl ilgilendiren husus günümüz dini düşüncesinde geleneğin çok sıkı bir şekilde takibinin yapılması, fıkhın dolması/dondurulması, bu anlamda Müslümanların modern dünyaya meydan okuyacak zihinsel ve entelektüel donanıma bir türlü ulaşamamasıdır.
Cemaat ve Tarikat Yapıları Şeffaflaşmalı
Cumhuriyet döneminin gerek katı laiklik uygulamaları gerekse seküler yaşamın resmi ideoloji olarak dayatılması o günkü dini grupları ve mütedeyyin kitleyi çok ciddi bir kaygıyla karşı karşıya getirmiştir. Esasen dini grupların mensuplarına ve halka yönelik Kur’an ve ilmihal bilgisi öğretimi başta olmak üzere gerçekleştirdiği pek çok etkinlik temelde İslam’ın kendi otantikliği içinde varlığını devam ettirmesine matuftur. Bu süreçte bazı dini grup ve cemaatlerin mensuplarını kontrol edebilmek ve varlıklarını devam ettirebilmek için Diyanet İşleri Başkanlığını laik düzenin kölesi, ilahiyat fakültelerini de oryantalistlerin diliyle İslam’ı yorumlayan hatta saf ve sahih İslam’ı bozan okullar şeklinde suçlayıp eleştirdiğini görmekteyiz. Bu anlamda Diyanet ve ilahiyat eleştirisi Cumhuriyet dönemi cemaat ve tarikatların en belirgin özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Demokrasi, çoğulculuk, öznelliğin kutsallığı ve dini yaşantıda serbestiyet günümüz dünyasının olmazsa olmazıdır. STK’lar demokrasi kültürünün gelişmesi için vazgeçilmez öneme sahiptir. Buraya kadar sorun yoktur. Asıl sorun 30 Kasım 1925 tarihinde tekke ve zaviyelerin kapatılması ile başlar. Konuyu açmak gerekirse şunları söylemek mümkün: Tasavvuf ve tarikatlar sosyal bir olgudur. Bir tarikata bağlanmak da bireysel bir tercih ve gerçekliktir. Ancak tarikatlar kanunen yasaktır. Bu durumda tarikatlar faaliyetlerini dernekleşerek veya vakıf organizasyonuna bürünerek yürütmeyi tercih etmektedir.
Cumhuriyet döneminde neşvünema bulan dini cemaatler de aynı şekilde davranmaktadır. Bu da son derece yerinde bir davranıştır. Fakat demokrasi kültürü ve gelişme ancak ve ancak şeffaflıkla var olabilir. FETÖ’nün şeffaf bir şekilde denetlenememesi maalesef 15 Temmuz ihanetini beraberinde getirmiştir. Bu nedenle dernekleşen/vakıflaşan tarikat ve cemaatlerin denetlenebilir olması yaşamsaldır. Bu denetleme öncelikle dini grupların ekonomik kaynakları, müntesip kazanma yolları ve eğitim usulleri üzerinden olmalıdır. Yasal yollardan halka ulaşan, bu anlamda farklı kimlik ve kişilik yapılarının ihtiyaçlarına cevap veren dini grupların tedirgin olması ve kaygılanması gereksizdir. Esasen kaygı ve tedirginlik yasaların dışında davranışta bulunulduğu zaman ortaya çıkmaktadır.
Bir de şu hususu önemle vurgulamak gerek: Mevcut dini gruplar öğretileri ve eğitim öğretim usulleri ile nasıl bir din ve dindarlık algısı oluşturmaktadır? Sonra oluşturulan bu algı Türkiye başta olmak üzere İslam dünyasının gelişimine ne oranda katkı sağlamaktadır? Dini gruplar bu ve benzeri soruları kendilerine sormalıdır. Halkın ruh ve inanç sağlığını korumakla yükümlü siyasi irade bu hususlarda gereken tedbirleri almalıdır.
Aliya İzzetbegoviç’ten mülhem söyleyecek olursak artık sadece gelenek ya da sadece Batılı modernite demenin zamanı çoktan geçmiştir. Geleneği bilerek ancak çağı da ıskalamadan dini düşüncenin yeniden inşası desteklenmelidir. Siyasi irade tarihsel süreçte olduğu gibi günümüzde de buna tüm gücüyle destek olmalıdır.