Her seçim öncesi AK Parti’ye yönelik kendi iç dinamiklerinden zuhur eden eleştirilerde yoğun bir artış oluyor. Ne hikmetse eleştirinin kaynağı olan kişiler ve oluşumlar her defasında benzer yapılar içerisinden çıkıyor. Gazeteci Ahmet Taşgetiren’in “28 Şubat sürecinde daha rahat yazı yazıyordum” ifadeleri bunlardan biri. Karar gazetesinin toplu gösterisi ve bir grup eski partilinin parti kurma söylentileriyle ortalıkta dolaşması da benzer tonlar taşıyor.
AK Parti ve lideri Erdoğan’ı hedef alan bu eleştirilere bakıldığında hem gerçeklikten kopuk olduğu görülüyor hem de rahatsız edici şekilde karnından konuştukları yönünde işaretler taşıyor. Çünkü kurulduğu tarihten itibaren iktidarda kalma başarısı gösteren ve hakim parti konumuna yükselen AK Parti deyim yerindeyse Türkiye’nin değişim ve dönüşümünü temsil etmektedir. Bir yönüyle ülkeyi dönüştüren ve bu dönüşüme tanıklık eden parti aynı zamanda kendisi de köklü bir değişime uğramış ve uğramaktadır. Fakat şimdi AK Parti’nin içindeymiş gibi görünen veya muhafazakar mahallede takılarak AK Parti ve Erdoğan eleştirisinin şehvetine kapılanlar aslında Türkiye’nin nereden nereye geldiğini de unutmuşa benziyor. Bu yüzden bu kesimlerin kimlerle aynı zeminde buluştuklarını ve aslında en başından bu yana AK Parti konusunda ne tür hesapları olanlarla yan yana olduklarını irdelemek gerekir. Bu yüzden bir arka plan vurgusu yapmak gerekiyor.
“Güçlü Türkiye” Parolası
2002’de daha çok “parti içi muhalefet”, “parti içi demokrasi” kavramları ve bu kavramların ihtiva ettiği duyarlılıkla kurulan AK Parti, iktidarının birinci yılında daha önceki iktidarlar döneminde görmeye alışık olunmayan siyaset tarzıyla farklılığını ortaya koymuş ve kuruluş felsefesini muhafaza etmiştir. AK Parti doğal olarak yıllar içerisinde ülkenin temel ihtiyaçlarına uygun şekilde taktiksel değişikliklere gitmiştir. AK Parti’nin kuruluş yıllarında fetret devri yaşayan Türkiye’nin önünde üç temel problem vardı: Birincisi 2002’de ülkenin içerisinde bulunduğu ekonomik ve siyasi buhrandı. İkincisi ülkede hüküm süren askeri vesayetin evrileceği yerin belirsizliğiydi. Üçüncüsüyse “Güçlü Türkiye” projesiyle yola çıkan AK Parti hükümetlerinin uygulamalarıyla ortaya çıkacak güçlü bir Türkiye karşısında küresel sistemin takınacağı tavırdı.
AK Parti kuruluş yıllarında Refah Partisi’nin örgütlü ve güçlü yapısının yanına dindar sağcıları, muhafazakar milliyetçileri, bazı sosyal demokrat ve liberalleri de kadrosuna katarak neredeyse bütün vatandaşlar için “Ben de AK Parti’li olabilirim” düşüncesinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. AK Parti iktidarının daha ilk yıllarında önceki iktidar partilerinin üstünkörü yöntemlerle uyguladığı problem çözme yöntemlerini adeta bir “araştırma enstitüsü” disiplininde ele alarak, henüz iktidara gelmediği dönemde bile Türkiye’nin temel problemlerini sağlıklı bir şekilde tespit ederek seçmen için ne kadar başarılı bir tercih olduğunu ispat etmiştir.
Var olan problemler çözüldükçe toplumsal taleplerde değişimler meydana geldi ve AK Parti bu değişimi takip ederek istikrar ve kalkınmaya susamış topluma hizmet, yatırım ve anlayışla yaklaştı. Aynı zamanda ülke insanının kangren olmuş sorunlarını çözen ve gün geçtikçe toplumsal tabanını hem nitelik hem de nicelik anlamında genişleten bir parti oldu.
AK Parti’nin birinci hükümeti son yılına yaklaşırken gözle görünür bir şekilde ekonomi iyileşmiş, demokrasi alanında önemli gelişmeler olmuş ve ülkede siyasete güven yavaş yavaş artmaya başlamıştı. Ülkenin içerisinde bulunduğu ekonomik durumun iyileşmesi ve halkın her geçen gün hükümete güveninin artması adım adım AK Parti hükümetlerini vesayet sorununun çözümüyle yüz yüze getirdi. Osmanlı’da başlayan ve Cumhuriyet’e kadar devam eden bürokratik askeri vesayet AK Parti’nin kuruluş yıllarında kendisini olanca ağırlığıyla hissettiriyordu.
Bu yüzden AK Parti’nin askeri vesayete karşı vereceği mücadele ülke içinde ve dünya genelinde Türkiye’ye bakış açısını da belirleyecekti. AK Parti’nin kuruluşunda var olan inanç “Eğer demokrasiye inanır ve inancımızda samimi olursak Batılılar ve içerideki vesayet sahipleri meseleyi kavrarlar” şeklindeydi. Fakat AK Parti güçlendikçe şunu gördü: Hem Batılıların hem de içeride devletin çekirdeğini temsil eden kesimlerin güç temerküzü, ülkeyi kontrol ve kendi çıkarlarını korumaktan başka bir dertleri yoktu. AK Parti’nin bağımsız bir Türkiye oluşturmak için girmiş olduğu demokratikleşme çabası aslında kendi çıkarlarından başka beklentisi olmayan Batılı devletlerin pek de işine yaramayan bir gelişmeydi.
Türkiye’nin Yükselen İmajı
AK Parti iktidarı 2011’e gelinceye kadar milletin büyük kesimini memnun etmiştir. Aynı zamanda ülke dışında batıdan ve doğudan çoğunluğun memnun olduğu bir parti olmuştur. Arap sokağından bakıldığında Türkiye demokrasiyi işleten, dindar muhafazakarlar eliyle yönetilen, din ve vicdan hürriyeti konusunda kendi içinde geniş bir hürriyet ortamı tesis etmiş ve kendi teori-pratiği içinde zenginlik vadeden örnek bir ülkedir. Sosyolojik bir kavram olan “olumlu özdeşleştirme” içeriğinde olduğu gibi Arap sokağındaki gençler kendilerini Türkiye ile adeta özdeşleştirmiştir.
Öte yandan Batılı devletlerin AK Parti hükümetlerine olumlu bakmamasının sebebi ise farklı bir açıdan şöyle açıklanabilir: FETÖ yapılanmasının ne olduğu konusunda bizim çok bilgimiz olmamasına karşın casus şebekesinin varlığı ve nerelere kadar sirayet ettiği hakkında Batılılar önemli bilgilere sahiptiler. Türkiye’de adeta kuluçkaya yatan bu şebekenin bir gün bayrak açmasıyla AK Parti’nin varlığını ve etkililiğini kaybedeceği zannı, FETÖ’nün ve uluslararası güçlerin AK Parti’yi yok etme potansiyeli kendi perspektifleri açısından mantıklı gelebilir. Fakat Recep Tayyip Erdoğan alışılmış ve öngörülebilir bir lider olmadığı için klasik tasfiye çabalarının her bir hamlesi boşa çıkmış ve bizatihi kendileri tasfiye olarak Türkiye’nin tam bağımsızlığının yolu açılmıştır.
Mısır’da yaşanan darbe sürecinde Türkiye demokratik teamüllerin yanında yer alırken Batı’nın ise Türkiye’nin tercihinin tam aksine bir akıl tutulmasıyla diktatörlüğe arka çıkması, Suriye iç savaşında ABD ile Türkiye’nin beklentilerinin taban tabana zıt olması bir yönüyle Batı dünyası için Türkiye ile hesaplaşma zamanının geldiği gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Batılı devletler bağımsız karar alarak gerektiğinde “hayır” diyebilen Türkiye’yi hazmedemedikleri için yüz yıllık bütün deneyimlerini kullanarak AK Parti hükümetlerini zayıflatıp düşürmeye çalıştılar. Bunun için de sürekli içeriden açık ya da örtülü müttefik arayışında oldular. Müslüman bir ülkede demokrasiyi yaşatan ve ekonomiyi büyüten bir lider olarak andıkları Recep Tayyip Erdoğan onların nazarında –dünyaya nizam veren medya gücünün de tesiriyle– kısa bir süre içinde “diktatör” olarak anılmaya başlanmıştır.
Suriye savaşı başladığında “Türkiye DEAŞ’a yardım ediyor” yalanı bütün Batı kamuoyunda hatırı sayılır bir kanaate dönüşmüştür. Başkanlık referandumunda Almanya’da ortaya çıkan Recep Tayyip Erdoğan aleyhtarı yazılar Türkiye’de konuyla alakalı kaleme alınan yazılardan sayısal olarak daha fazladır. Tüm bunlar çok ilginç bir tablo olarak tarihe geçmiştir.
FETÖ’nün Devreye Sokulması
Batı’dan bağımsız hareket edemeyen FETÖ mensupları gerçek yüzlerini tam olarak göstermeden evvel –AK Parti’nin en güçlü yanının “halk desteği” olması hasebiyle– halk ile AK Parti arasındaki güçlü bağı zayıflatmak için çalıştılar. İçişleri Bakanlığında kendilerine bağlı örgüt üyelerinin istihbaratı marifetiyle Türk halkını AK Parti’den ciddi manada bıkmış bir travmatik duruma sokmaya çalıştılar. Malum terör örgütünün çalışmaları neticesinde “Gezi Parkı Şiddet Eylemleri” olarak bilinen huzursuz edici olaylar meydana geldi. Arkasından FETÖ yapılanmasının 17-25 Aralık 2013 yargı darbesi girişimi ve son olarak 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi geldi.
Öte yandan bu dönemde CHP’nin Recep Tayyip Erdoğan’ı okuma biçimi Batı’nın okuma biçiminden hiç de farklı değildi. Batı’da diktatörlük konsepti tam olarak pişirilmemişti ki CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Türkiye’de bir diktatör yönetiminin varlığından bahsetmeye başladı. Bu aşamada şunun altını çizmek gerekir ki muhalefet partisi başkanı bu dış bağlantılı şer konseptinden haberdar olmuş fakat acele ederek konuyu zamansız dillendirmiştir. Ardından Avrupa Parlamentosu “Türkiye demokrasiyle yönetilen bir ülkedir” şeklinde açıklama yapmak zorunda kalmıştır. Türkiye’nin ana muhalefet partisi –kuruluşundan beri aksatmadığı gibi– doğrudan yahut dolaylı olarak Türkiye’yi ve Türkiye’de yaşayan insanları zapturapt altında tutmayı müktesep hakkı gördüğü için vesayet rejimi, FETÖ ve Batı’nın Recep Tayyip Erdoğan’ı okuma biçimini devralarak bu konsepti papağan gibi tekrarlamaktan öteye geçememiştir. Bugün AK Parti içindeymiş gibi görünerek yapılan açıklamaların bu kesimlerle aynı kareye girmesi de ilginçtir.
Sonuçta şunu vurgulamak gerekir: Zaman zaman Recep Tayyip Erdoğan’ı okuma biçimi yukarıda zikrettiğimiz okuma biçimlerinin tesiri altında kalmıştır. Erdoğan’a ve AK Parti’ye –hem de gerçekleştirdiği onca pozitif icraata rağmen– Batılı bir refleksle bakabilmiştir bu kesimler. Son dönemlerde Ahmet Taşgetiren’in dillendirdiği “28 Şubat sürecinde daha rahattık” eleştirilerine Karar gazetesi ve parti kuracağım diyerek belli çevrelerde yükseltilen serzenişlere bakılacak olursa, bu ve buna benzer eleştiriler Türkiye’nin geleceği açısından hiçbir zaman daha iyi bir bakış açısı oluşturamayan statik bakış açılarından ibarettir. Kafa karıştırmak ve suyu bulandırmaktan öteye geçmeyen bir anlama sahiptir. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan bir lider olarak Türkiye’nin tarihi misyonunu ortaya koyan büyük devlet idealini besleyerek yapılması gereken tüm hamleleri yapmayı denemektedir. Batı dünyasında Erdoğan’a karşı tepki artarken aksine Türkiye’nin gösterdiği performans mazlum dünyada büyük bir destek görmektedir. İstiklal Savaşı’nda olduğu gibi tam bağımsızlık ideali olan devletlerin de modeli haline gelmiştir Erdoğan’ın siyaset anlayışı.