Kriter > Söyleşi |

Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Dr. Ufuk Ulutaş: “ABD Dış Politikasında İsrail’in Güvenliği Belirleyici”


İsrail ile ilgili gündemde pek çok soru varken konuyu, İsrail’i yakından takip eden Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM) Başkanı Dr. Ufuk Ulutaş ile konuştuk.

Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı Dr Ufuk Ulutaş ABD
Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM) Başkanı Dr. Ufuk Ulutaş

Filistin’deki İsrail sorunu Osmanlı’nın bölgeden çıkmak zorunda kaldığı 1917’den bu yana adım adım büyüdü ve bugünlere geldi. 14 Mayıs 1948’de resmi olarak ilan edilen İsrail devleti hem Filistin topraklarındaki işgalini genişletti hem de diğer Arap ülkelerini sindirerek gerçekliğini kabul ettirdi. Bir taraftan Filistin’deki direniş örgütleri İsrail yayılmacılığına karşı direnirken diğer taraftan son yıllarda İsrail ABD’nin jandarmalığında Filistin’i tümden tasfiye etmenin planlarını yapıyor. Amerikan yönetimi daha önce Irak meselesinde olduğu gibi şimdi de İsrail’in çıkarları doğrultusunda İran’ı sınırlandırma konusunda hevesli görünüyor. Tabii daha uzun vadede Türkiye’yi de bu listeye eklemek gerekir. Bu yüzden İsrail sorunu giderek çok daha fazla gündem olacak. Konuyla ilgili gündemde pek çok soru var. Tüm bunları İsrail’i yakından takip eden Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM) Başkanı Dr. Ufuk Ulutaş ile konuştuk.

Söyleşi: Yusuf Özkır Fotoğraf: İlhami yıldırım

 

İsrail denildiğinde akla ilk gelen nedir?

İsrail denildiğinde akla öncelikle işgal kavramı gelir. İsrail bir “işgal” devletidir. Daha sonra farklı kavramlarla özdeşleştirilebilen bir ülke oldu ama İsrail denildiği zaman işgal üzerinden ilerlemekte fayda var. 1948’de resmen kurulmasıyla birlikte kendilerine önerilen toprak parçasını her geçen gün daha da genişleten ve geldiğimiz noktada 1948’e göre toprak parçasının katbekat daha fazlasının üzerine devletçik kuran bir yapıdan bahsediyoruz. Bu yapının o noktadan teritoryal olarak bu noktaya gelmesinin asıl sebebi işgaldir. İşin içerisinde Suriye, Lübnan, 1967 öncesindeki Mısır ve Ürdün topraklarının işgali söz konusu. En önemlisi de Filistin topraklarının işgali var.

Tüm bu işgal süreçlerinde en güçlü desteğin ABD’den geldiği görülüyor. İki ülke arasındaki ilişkiyi ne besliyor?

Birincisi kişisel dinamiklerdir. Şu anda mesela bu isim Trump’ın damadı Kushner’dir. Kushner’in ailesi İsrail’deki yerleşimci sektörün ve girişimin önemli finansörlerinden olan bir aile. Mevcut görevinin daha öncesinde bu inisiyatife gönül vermiş, bunun için çaba ve para harcamış bir aile. Bu müktesebatı ve bağlılığı resmi göreve haiz olduğu noktaya da taşıdığını görüyoruz. İkincisi siyasi ve ideolojik bağlantıdır. Evangelistlerin rollerinden çok bahsedildi. Evangelistlerin kıyamete dair teorilerinde Yahudiler önemli bir yer kaplar. Kıyametten önce Yahudilerin bu toprakları ele geçirmesi, Mesih’in gelmesi gibi meselelerde şu an yapmaya çalıştıkları Filistin topraklarının üzerine bir Yahudi kontrolünün kurulmasını sağlamaktır. Olaylara dini, siyasi açıdan baktıklarını görüyoruz. Genellikle insanlar evangelistlerin Trump’ın kararını etkilemedeki bağını kaçırıyor. Evangelistlerin Amerikan siyaseti için en büyük önemi kendi seçmenlerini mobilize etmekteki güçleri. ABD’de insanları sandığa göndermekte ciddi zorluk yaşanıyor fakat evangelist seçmenler sandığa gitme konusunda diğerlerinden çok daha iyi bir performans ortaya koyuyor. Her başkan ve siyasi parti de evangelistlerin oyları üzerinden ciddi bir siyasi yatırım yapma gayreti içerisinde. Trump’ın girişimini (kendi başkan yardımcısı Mike Pence de malum bir evangelist) evangelistlerin oylarını bütün bu kutuplaşma içerisinde kazanma veya oylarını koruma çabası olarak görmemiz mümkün.

Üçüncüsünü de aslında ABD’deki İsrail lobisinin senelere yayılan yatırımlarının bir sonucu olarak görmek lazım. Bu yüzden Amerikan kamuoyunda İsrail-Filistin meselesinde İsrail yanlısı tavır çok güçlüdür. Çoğu Hristiyan olan Amerikalılar, İsrail-Filistin meselesine baktıklarında ilginç şekilde bir kısmı Hristiyan olan Filistinlilerden ziyade daha çok İsrail’deki Yahudilere empati gösterir. İsrail lobisinin senelere yayılan yatırımının bir parçasıdır bu olgu. Burada belki çok fazla iddia edilen bir argüman vardır. “Judeo Christian” dediğimiz Hristiyan-Yahudi geleneklerinin birbirine benzemesi sebebiyle Amerikalıların İsrail’e yakınlık göstermesinin normal karşılanması gerektiğini söyleyenler var.

Benim için muğlak olan nokta –az önce belirttiğim gibi– Filistinlilerin bir kısmının da aslında Hristiyan olduğu gerçeği. Hristiyanlığın en önemli noktalarının Kudüs’te yer aldığı gerçeği. Mesela Kıyamet Kilisesi’ndeki rahiplere, din adamlarına sorulduğunda hepsi Filistin yanlısı bir tavır takınır ve kendilerinin bir kısmı zaten Filistinlidir. Cemaatleri Filistin meselesinde önemli yerlerde yer almış insanlardır. Şu an Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) içerisinde de çok önemli noktalarda yer alan Hristiyanlar vardır. Buna rağmen Hristiyanlık meselesinin Amerikan toplumunda hala çok etkin bir rol oynayamaması kamuoyu anlamında bence enteresan noktalardan bir tanesi. Bunu da biraz İsrail lobisinin ABD’de uzun dönemli çalışmalarının, basından siyasete kadar birçok noktada yaptıkları yatırımların bir sonucu olarak görmek lazım.

Dr. Ufuk Ulutaş: “Trump görevden ayrılana kadar İsrail’in önündeki iki baş ağrısını ortadan kaldırmaya niyetlenmiş. Birincisi Filistin’in tasfiye edilmesidir. İkincisi de İran’ın İsrail’i tehdit edebilme potasından uzaklaştırılmasıdır.” 

İSRAİL LOBİSİ ÇOK GÜÇLÜ

Amerikan siyasetini İsrail çıkarlarının domine ettiğine yönelik söylemler ne kadar gerçeğe yakın?

ABD’nin İsrail meselesine ilişkin tavrını ikiye ayırmak lazım: Öncelikle bazı konular var ki başkan fark etmeksizin Washington siyaseti o konuda hep ittifak halinde olmuş. Örneğin İsrail’in Arap komşularına karşı askeri üstünlüğünü koruması, İsrail’e yönelik askeri yardımların devam ettirilmesi ve özellikle 1967 sonrasında İsrail’in ABD’nin bölgedeki en önemli stratejik müttefiki olduğu noktasında Amerikan başkanlarının çoğu ittifak halinde olmuş, aynı fikri paylaşmış. Ayrıldıkları noktalar ise genelde İsrail-Filistin meselesine dair duruşları olmuş. Mesela yerleşimler konusundaki tavırları. Biz işgalden bahsediyoruz ama işgal canlı bir kavram ve biz şu an konuşurken devam eden bir kavramdan bahsediyoruz. Hala devam eden, açıklanacak, anons edilecek yeni inşaat süreçlerinden bahsediyoruz. Amerikan başkanlarının bir kısmı aslında yerleşimlere karşı durmuş ama bazıları bu yerleşimlere karşı ses çıkarmamayı yeğlemiş.

İkincisi iki devletli bir çözümün kırmızı çizgi olarak kabul edilmesidir. Mesela Bill Clinton öyleydi. Ama bazıları –en son Trump’ta da gördüğümüz gibi– her ne kadar resmi retorikte iki devletli çözümden bahsetse de attığı her adımla iki devletli çözümün altını oyan bir siyaseti benimseye gelmiştir. Hem de BM’nin çok açık, net, yoruma müsait olmayan onlarca kararına rağmen. Örneğin BM’nin Golan Tepeleri kararı. Oldukça net, altında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK) üyesi olarak ABD’nin de imzası var. Daha önemlisi aslında bir çerçeve kararı, bir kavram kararı: savaşma yoluyla toprak kazanımını engelleyen BM kararları, 242 gibi. Yine BMGK üyesi olarak ABD’nin imzası var. Bunlara rağmen ABD söz konusu İsrail olduğu zaman şerh koyan ülke.

ABD gibi bir ülke nasıl oluyor da İsrail’in istediği gibi hareket ediyor? Bunun arkasında İslam karşıtlığı mı var?

Salt İslam karşıtlığı olarak okumamak lazım bence. Tek bir sebebe de indirgemek doğru olmaz. Bunun önemli bir sebebi ABD içerisindeki İsrail lobisinin gücü. Her ne kadar bastırılmaya çalışılsa da ABD için bu gücün ne anlam ifade ettiğini biliyoruz. Bu konuda yazan John Mearsheimer ve Stephen M. Walt gibi akademisyenler ciddi sıkıntılar yaşadılar. ABD’de kitaplarını bastıracak yayınevi bulamadılar ve bu sebeple ülke dışında bastırdılar. Böyle bir vaka var ve bu vaka kendisi hakkında konuşulmasını bile yasaklıyor, bu güce sahip. ABD’deki her karar değil ama İsrail’e yönelik birçok kararın alınmasında lobi oldukça etkili. Burada altı çizilmesi gereken en önemli konu bir rasyonalitenin olmayışı. Yani ABD İsrail ve İsrail-Filistin meselesiyle alakalı attığı adımlarda bir rasyonalite aramıyor. Benzer şekilde ulusal çıkar da aramıyor.

Mesela Irak Savaşı. Irak Savaşı neden çıktı diye konuşsak muhtemelen ciltlerce kitap yazılır. Bush yönetimi yine evangelistlerin, neoconların etkisinin güçlü şekilde hissedildiği bir yönetimdi. Şimdiki Trump yönetimi gibi en önemli dış politika öncelikleri belirlenirken İsrail’in önceliklerini her zaman dikkate almışlar. Yönetimleri boyunca İsrail için tehdit olarak kabul edilebilecek baş ağrılarını devreden çıkarmayı en büyük önceliklerinden birisi olarak kabul etmişler. Bush da öyleydi bence Trump da benzer bir yaklaşım içerisinde. O dönemlerde Tel Aviv’e açıkça tehditler gönderen bir Saddam gerçeği vardı. Yani Saddam’ın indirilmesinde de İsrail’in bölgedeki güvenlik ve tehdit algılamalarının oldukça önemi söz konusuydu. Ama nihayetinde Irak Savaşı’nın ABD için ne getirdiğine baksak bu işi rasyonaliteyle açıklayamıyoruz, nihayetinde girdiler. ABD için getirdiği bir şey yok aslında ama götürdüğü çok şey var. 

 

TÜRKİYE KÖŞEYE SIKIŞTIRILMAYA ÇALIŞILIYOR

İran konusunda da aynı şeyler mi olacak? Yani İsrail-ABD ve İran ilişkileri önümüzdeki süreçte bir çatışmaya dönüşür mü?

O potansiyel var. ABD’nin iki temel dış politik hedefi, önceliği olduğunu düşünüyorum. Trump görevden ayrılana kadar İsrail’in önündeki iki baş ağrısını ortadan kaldırmaya niyetlenmiş. Bunu öncelik olarak kabul etmiş. Bir tanesi Filistin meselesi; Filistin’i tasfiye yoluyla ortadan kaldırıp İsrail’in başını ağrıtacak bir sorun olmaktan çıkabilir miyim diye kendince düşünüyor. İkincisi de İran. İran meselesini İsrail’e bir tehdit olmaktan kaldırırsam İsrail’e en büyük desteğimi vermiş olurum diyor. İran’ı, ABD’nin sorunsallaştırmasını belli noktalara kadar anlayabilirim. Ama şu ana kadar yoğunlaştıkları nokta o değil. Tamamen İran’ın uluslararası toplumla daha çok iş birliği içerisinde olduğu konulara yoğunlaşarak İran üzerine ekstra baskı oluşturmaya çalışıyorlar. İsrail, İran’ı bütün bu baskılarla normal şartlar altında kabul edemeyecekleri bir anlaşmaya zorlamaya çalışıyor. Askeri operasyonlar vesaire şu aşamada çok kullanmak isteyecekleri bir metot olmayabilir. Caydırıcılıkları ve baskılarının işe yaramadığını anladıklarında kullanacakları bir metot olabilir.

Türkiye dış politikası İran ile İsrail-ABD geriliminde nasıl bir yol haritası takip ediyor?

Türkiye sektörleştiriyor. İran’ın birtakım bölgesel politikalarından rahatsız tabii ki. Başta nükleer mesele olmak üzere birçok anlaşmazlık konusunun müzakereyle çözülmesini istiyor. Bu sebepten bir askeri eskalasyondan kaçınılmasından yana. Bu önemli çünkü etkilerini maalesef hepimiz hissedeceğiz. Son zamanlarda Türkiye üzerinde artan iç siyasi, finansal, güvenlik baskısından da bahsedebiliriz; PKK’nın hareketlenmesi, FETÖ meselesi gibi birçok iç ve dış meselede en önemli nihai hedeflerden bir tanesinin Türkiye’yi “asrın anlaşması” denilen anlaşmaya dair biraz da ehlileştirme çabası olduğunu düşünüyorum. Bu konuyu daha yumuşak bir iktidarla çok rahat halledilebileceklerini düşünüyorlar; kimsenin başı ağrımadan, diğer ülkelerin de üzerine yeterince baskı kurmadan. Ama mevcut AK Parti iktidarının ve Başkan Recep Tayyip Erdoğan’ın Filistin ve bölgesel konulardaki tavrını iyi biliyorlar. Başkan Erdoğan’ın halkın meşruiyetini önemsemesini çok iyi biliniyor. Dolayısıyla da asrın anlaşması adı altında bu tasfiye planına teşne olmayacağı çok rahatlıkla anlaşılabiliyor. Onun için Türkiye üzerinde oluşturulmaya çalışılan baskının kısmen bununla alakalı olduğunu düşünüyorum. Bunu Türkiye’yi itme, tavize zorlama, sesini kısma, kendi dertleriyle baş başa bırakma ve çevresine yoğunlaşamamasını sağlama çabası olarak görüyorum.

Kriter Dergisi Yayın Koordinatörü Doç. Dr. Yusuf Özkır ve Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM) Başkanı Dr. Ufuk Ulutaş

 

ASRIN ANLAŞMASI FİLİSTİN’İN TASFİYESİDİR

Şu anda tartışılan “Asrın Anlaşması” Filistin’de ne öngörüyor?

On yıllara yayılmış bir barış sürecinden bahsediyoruz. Hep şöyle bir ifade kullanılır: “Barış süreci” denilen kavramda barış hiçbir zaman olmadı, her zaman süreç oldu. Yani bir süreç devam etti ama barışa yönelik adımlar yeterince atılmadı. Ve bütün süreçlerde baskılar hemen hemen hep Filistinli taraf üzerine yoğunlaştı. İsrail üzerinde yeterince baskı oluşmadığı için genelde çekimser kalan taraf oldu. Bütün bu on senelere yayılmış barış sürecinin hiçbir noktasında şu an “yüzyılın anlaşması” olarak lanse edilen anlaşma, metin veya dayatmadaki (Ben bir teslim tutanağı diyorum) gibi Filistin’in tamamen tasfiyesine yönelik bir belge, bir yaklaşım ortaya koyulmadı. Daha önceki çabalardan en büyük farkı bu. Kamuoyuna yansıyan metne göre Filistin tasfiye edilerek İsrail için bir sorun olmaktan çıkarılıyor.

Geçtiğimiz günlerde Israil Hayom gazetesinde sızdırılan bir metin oldu. Israil Hayom Netanyahu’ya yakınlığı ile biliniyor, Sheldon Adelson diye Netanyahu’nun en büyük finansörlerinden birisi olan bir medya baronunun, bir iş adamının gazetesi. Oradan sızdırılan metinlere, maddelere baktığımızda bunun tamamen bir tasfiye metni olduğunu görüyoruz. Yani işin içerisinde bir taraftan Filistin’in daha önce Oslo Anlaşması ile çizilen A, B, C gibi bölgelerinden, C bölgesinde Filistin’e verilen egemenlik haklarının bile kısıtlandığı, sınırlandığı hatta anlamsız kuşa çevrildiği bir gerçeklik söz konusu. İkincisi ortaya koyulan metinde Filistin’e verilen topraklar bir araya geldiğinde anlamlı bir bütün oluşmuyor. Filistin topraklarını bilen birisinin –sadece haritadan bakmayan, Filistin topraklarında ayağı yere değmiş birisinin– ilk söyleyeceği belki budur. Yani bir araya geldiğinde oradan bir devlet oluşmuyor. Bir Gazze var, bir de Batı Şeria’da işgal sonrasında kalan küçük toprak parçaları var. Bunların arasında ciddi kopukluklar söz konusu. İsrail güya yeni kurmayı hedeflediği köprülerle, otobanlarla bunları birleştirmeyi öngörüyor. Bir devletin belki de en önemli özelliklerinden biri olan topraksal bütünlüğü karşılamadığı çok açık bir şekilde ortada.

Kendince Filistin’in yükünü bir taraftan Mısır’a diğer taraftan Ürdün’e verme çabası içerisinde ki buna ne Mısır ne de Ürdün talip. Bu anlaşmayı kabul etmeyeceğinden emin olduğu gruplar üzerinden birtakım maddeleri anlaşmaya ekletiyor. Mesela eğer Hamas bunu kabul etmezse (ki bence bunu Hamas değil FKÖ’nün de kabul etmesi mümkün değil) ABD ve diğer ülkeler de İsrail’in anlaşmayı kabul etmeyen Hamas’ı artık tasfiye etmesi için gerekli askeri desteği vermekle yükümlü kılacak. Aslında bu “Senelerdir Hamas ile mücadele edemedim, baş edemedim, öyle bir noktaya geldim ki ABD artık bana askeri olarak da yardım etsin ve Hamas’a gidip Gazze’de etnik temizlik yapayım” demek. Yani Filistin meselesini kendince tasfiye yoluyla çözme gayreti içerisinde. Çözüm böyle olmaz. Filistinliler çok orijinal bir ifade kullanıyorlar: “ABD bir düğün organize ediyor ama damadı çağırmıyor.” Damat ortalıkta yok, Filistinli taraflar muhatap alınmıyor. Muhatap alınmadığı için bu anlaşmadan çıkabilecek herhangi bir kararın onlar tarafından onaylanıp onaylanmayacağına dair önceden bir rıza sorgulaması yapılmamış. Güvendikleri güçlerden birincisi finansal tehdit dilidir. Finansal desteği çekmekle tehdit ediyorlar. İkincisi de askeri tehdit dilidir. “Paranızı keseriz, dış yardımlara muhtaç bir insan topluluğu olursunuz. Askeri olarak İsrail sizi zaten kafasına göre operasyonlarla öldürebiliyor, uluslararası toplum buna hiç ses çıkarmıyor. Ben buna sadece ses çıkarmamakla da kalmam aynı zamanda İsrail’e bu operasyonlarında askeri olarak da destek verebilirim” deniliyor.

 

DOĞU KUDÜS FİLİSTİN’İN BAŞKENTİDİR

İslam coğrafyası halklar ve devletler nezdinde bu konuya nasıl bakıyor, çözüme katkısı hangi yönde olur?

Meşruiyetini halktan alan devletlerin Filistin davasına sahip çıktığını görüyoruz. Meşruiyetini farklı başkentlerden alan ülkelerin ise Filistin davasının karşısında yer alarak İsrail’e sahip çıktığını tanık oluyoruz. Bu çok net bir ayrım. Buna Ortadoğu için oldukça geçerli bir genelleme diyebiliriz. Burada biraz tarihi sürece bakmak lazım. Belki Soğuk Savaş yıllarında Amerikan-Sovyet geriliminin yansıdığı alanlardan bir tanesi de Filistin’di. Daha çok sol örgütlerin Filistin meselesine yakınlıkları vardı. İstikrarlı olarak ve özellikle 67’den sonra ABD’nin İsrail’i kendisinin bölgedeki en büyük stratejik ortağı olarak belirlemesiyle İsrail’e verdiği açık bir çek söz konusuydu. Bu sebepten dolayı aslında bu barış sürecinde şimdiye kadar bir arpa boyu yol katedilemedi. Aksine işgal süreci derinleşti. Bir süreç vardı sadece ve barış hiçbir zaman olmadı.  

Soğuk Savaş bitip tek kutuplu devreye ilk girdiğimizde ABD’nin baskın olduğu dönemde de Washington’ın bu tavrından oldukça istifade etti. Tek istisnai dönem Obama’nın özellikle ikinci dönemiydi. O dönemde klasik Ortadoğu yaklaşımında yani klasik iş birliği yaptığı aktörlerden uzaklaşması söz konusuydu. Kısmen İsrail’den, Suudi Arabistan’dan ve Türkiye’den uzaklaştı ABD. Buna karşı İran ile bir anlaşma, yeniden yakınlaşma çabası içerisine girdi. Bu çok küçük bir dönem oldu ve Trump bütün dengeleri altüst edercesine bunu tamamen tersine çevirdi. Aslında biz İsrail-Filistin meselesinin çözümüne dair sahip olduğumuz orijinal pozisyondan hep geri geri giderek şimdi hiç ideal olmayan ama elimizdeki kötü alternatiflerin en iyisi diyebileceğimiz “iki devletli çözüm” alternatifiyle karşı karşıyayız.

İki devlet derken altı çizilmesi gereken en önemli nokta iki tane egemen devletten bahsedilmesidir. Sınırlarına kendi hakim olan, uluslararası ilişkilerini, içerideki güvenliğini kendisi belirleyen, toprağı, hava, karasuları ve ekonomisine hakim, askeri gücü olan bir devlet. Egemen devletten kastımız bu. Doğu Kudüs Filistin’in başkenti. Doğu Kudüs derken Doğu Kudüs dışında Kudüs’ün doğusunda yer alan herhangi bir yeri kastetmiyorum. Çünkü şu an yeni bir Doğu Kudüs oluşturma çabası olduğu görülüyor. Yani Kudüs’ün banliyölerinde yer alan bir kasabanın “İşte bu da Kudüs’ün içerisindedir” diyerek bazı çevrelerin Filistin’e uyduruk bir başkent tayin etme çabası var.

Bunun dışında İsrail’in yerleşimler yoluyla ortaya koyduğu birtakım “gerçeklikler” söz konusu. İşgal derinleştikçe Filistin topraklarına öyle bir girdiler ki bazı topraklardan çekilmeleri oldukça zor olacak. Bunun için de İsrail ve Filistin arasında birtakım toprak değişimleri söz konusu olacak. Yani Filistinliler için çok stratejik olmayan birtakım toprakların yine İsrailliler için çok stratejik olmayan birtakım topraklarla değişimi gerçekleşecek.

Ulutaş: “Son zamanlarda Türkiye üzerinde artan iç siyasi, finansal ve güvenlik baskısı var. PKK’nın hareketlenmesi, FETÖ meselesi gibi birçok iç ve dış meselede en önemli nihai hedeflerden bir tanesi Türkiye’yi ‘asrın anlaşması’ denilen anlaşmaya dair biraz da ehlileştirme çabasıdır.”

Şu an bu mümkün mü?

Şu şartlarda diyorsanız mümkün değil. Çünkü ABD bunun önündeki en büyük engel. Filistin ve İslam dünyası içerisindeki bölünmüşlükler buna en büyük engel. Şu an olası değil ama bu hala elimizdeki alternatifler arasında orta ve uzun vadeli düşündüğümüzde en sürdürülebilir ve bizi barışa götürmeye en yakın olan alternatif. Bundan başka bir alternatif maalesef yok.

Filistin’deki direniş hareketlerinin İsrail’e karşı pozisyonları, ortaya koydukları uygulama, hedef ve idealleri nasıl?

Orada kopukluklar yaşanıyor tabii ki, işin açıkçası yaşanmaması da mümkün değil. Çünkü dışarıdan bakınca çok sürreal bir çatışmayla karşı karşıya olduğumuzu düşünüyoruz ama bir realite var. Filistinlilerin günbegün yaşamak zorunda kaldıkları o realite aslında onları aynı zamanda konjonktürden de koparabiliyor. Realite ne mesela? Yolda yürürken yanınızda bir minibüsün durması ve sizi üç Mossadlı veya Şin Betlinin minibüsün içerisine koymaları ve bir daha sizden haber alınamaması ve sizin bu haber alınamayan çocuğun annesi, babası olmanız. İsrail’in yüzyıllardır sizin, atalarınızın oturduğu eve bir sabah buldozerle gelerek evinizi yıkması. Bir daha o eve girmenizin yasaklanması. Realiteniz bu. İşin bir de daha koyu, derin bir realitesi var: İsrail’in keyfi olarak bir gün oturduğunuz evin, çocuğunuzun gittiği okulun veya babanızın tedavi gördüğü hastanenin üstüne gelip uçakla vurması, bomba yağdırması.  

Filistinliler tüm bu yaşanan acılara rağmen hala realist davranmaya çalışıyorlar ama bununla birlikte hedefleri birtakım ütopyalar içermek zorunda yoksa başka türlü bu kadar güçlü bir düşman ve arkasındaki güçlü cepheye karşı ayakta kalmaları mümkün değil. Bu tür direniş hareketlerinin bir tarafında bir ütopya olmak zorunda. “Toprak bizimdir, Filistin bizimdir, Kudüs bizimdir!” türkülerini söylerken belki herkes gerçekten Filistin’in bir gün böyle olacağını düşünmüyor. Ama bu direnişleriyle bir gün temel insan haklarının gerektirdiği birtakım minimum şartlara sahip olabileceklerine inanıyorlar. Onun için hedefi yüksek koyuyorlar ama bir noktadan sonra o hedefin daha altına da tatmin olabilecek durumda yaşıyorlar maalesef.

 

İSRAİL NORMALLEŞMEYİ TERCİH ETMEDİ

İsrail sorunu kuşkusuz sadece Filistin’le sınırlı değil. Coğrafyamızda daha genel bir İsrail sorunundan bahsedilebilir mi? Türkiye nasıl bir yerde duruyor?

Tabii ki bahsedebiliriz. Meselenin başından beri aslında Filistin sorunundan ziyade bir İsrail sorunumuz var. Sorun olanlar yüzyıllardır orada yaşayan Filistinliler değil oraya daha sonradan gelen İsrailliler. Bu sebepten meselenin başından beri sahip olduğumuz kavramın karşılığı bir “İsrail sorunu”ydu. İsrail normalleşme şansını defalarca kaçırdı. Attığı adımlarla, arkasında bulduğu açık destekle tam bir bölge ülkesi olup etrafındakilerle barışık bir sistem içerisinde yaşama imkanını kaçırdı. Pek çok şansı heba etti. Başta İsrail olmak üzere birçok devletin odak noktası az önce bahsettiğim gibi İsrail’in güvenliğinin korunması oldu. Attıkları adımlarda İsrail’in güvenliğini ön plana aldılar. Hatta İsrail ile anlaşmaya varan Arap devletleri bile ABD’den aldıkları dış yardımın karşılığı olarak Tel Aviv’in güvenliğini sağlamayı vadettiler. Türkiye, İsrail’in normalleşmesi ve bir bölge ülkesi olmasının en kritik anahtarıydı. Türkiye’nin başından beri hep yapıcı tavırlar izlediğini, uzun vadeli barış konusunda en sağlam yatırımları yapan ülke olduğu görüldü. Fakat İsrail çok kuvvetli Batı ve ABD desteğini görünce değişime yanaşmadı. İşgalin kendini içten içe erittiğini görmeden “Normalleşmeden de bir işgal devleti olarak yaşayabilirim” dedi.

Ankara-Tel Aviv ilişkilerinin nispeten iyi olduğu dönemlerde İsrail’in özellikle ABD’deki nüfuz ve etkisinden dolayı Türkiye birtakım sıkıntılar yaşıyordu. PKK ile mücadelesinde Batı devletleri destek ve silah vermiyordu. İsrail de “Parası neyse, veren kim olursa silah satarım” diyordu ve “Türkiye’yi bütün bu düşman Arap devletler arasında acaba yanıma çekebilir miyim?” uğraşı içerisindeydi; bir taraftan para diğer taraftan da stratejik kazanım hesaplaması. Fakat her İsrail geriliminin İsrail’i aşan bir boyutta Türkiye’ye yansıdığını görüyoruz. Örneğin Mavi Marmara gemisi iki ülke arasındaki bir kriz ama Tel Aviv’den daha çok sesin Washington’dan çıktığını duyarız. Davos’daki “One minute” meselesi çok kritik bir dönemeç. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Davos’taki o söylemine en fazla eleştiri ve en büyük baskı Tel Aviv’den değil Washington’dan gelmiştir. Tel Aviv meseleye daha gerçekçi bakıyor. Washington ise meseleye daha irrasyonel, daha duygusal bakıyor. Böyle bir fark ve kopukluk var aslında. Örneğin “asrın anlaşması”nı hayata koymanın mümkün olmadığını Tel Aviv’de bazı çevreler Washington’daki bazı çevrelerden daha iyi biliyorlar çünkü bu durum onların da gerçekliği, onlar da yaşıyor bunu. Diasporadaki birtakım lobiciler de, onların baskı yaptığı Amerikalı politikacılar da böyleler; olaya tamamen siyah/beyaz bakıyorlar, İsrail iyi, İsrail karşısında kim varsa kötü yaklaşımındalar.

Mesele ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik her sene yayımladığı stratejik doktrininde “İsrail’in bölgedeki askeri üstünlüğünün korunması” ilkesi her zaman yer alır. F-35’ler yeni jenerasyon bir savaş aracıdır. Bölgede İsrail ve Türkiye’de var. Aynı zamanda belli bir askeri üstünlük getiriyor. Bu konuda ilişkilerin kötü olduğu bir dönemde, İsrail lobisinin Türkiye karşıtı birtakım gayretler içerisine girmesi açıkçası hiç şaşırtıcı olmaz. Finansal birtakım operasyonlar da doğal olarak işin içerisindedir. Çünkü o konuda da muazzam bir etkiye sahip olduklarını biliyoruz. Benim söylediklerimle komploculuk arasında kalın bir çizgi var. Ben bunun kesinlikle bir araya getirilmesini istemiyorum. Dünyada olan her şeyi yapıyorlar demiyorum ama etrafımızda gelişen birçok olayı İsrail’in bölgedeki askeri üstünlüğünün korunması ve güvenliğinin öncelenmesi ilkesi üzerinden okumamız mümkün diyorum. En azından ABD bölgeye bakarken böyle bakıyor.  

Ulutaş: “Filistinliler çok orijinal bir ifade kullanıyorlar: ‘ABD bir düğün organize ediyor ama damadı çağırmıyor.’ Damat ortalıkta yok, yani Filistinli taraflar muhatap alınmıyor. Bu yüzden Trump’ın önerisini sadece Hamas değil FKÖ de kabul edilemez bulacaktır.”

TÜRKİYE FİLİSTİN’İN YANINDA

İsrail’de nasıl bir Türkiye algısı var?

Bir taraftan uzun soluklu bakıldığında Türkiye bir tehdit olarak algılanır. Çünkü Ortadoğu halkları nezdinde en muteber, Ortadoğu halklarını en rahat şekilde mobilize edebilen ve Ortadoğu’da gelişmişlik düzeyi en yüksek olan ülke Türkiye’dir. Gücünü ve meşruiyetini halktan alarak hareket eden en bariz ülke de yine Türkiye. Bu yüzden Filistin davasına verdiği destek çok kuvvetli. “Asrın anlaşması” tartışmalarında Türkiye İsrail’in birtakım çabalarını boşa çıkarılabilecek veya rahatsız edebilecek bir role sahip. Çünkü Türkiye’nin ortaya koyduğu –tarihten bugüne kadar gelen– söylem Filistin konusunda çok sesli bir şekilde Filistin’in yanında yer alması yönündedir. BM kararlarının yanında yer alması bir taraftan meseleyi kamulaştırıyor ama diğer taraftan ortada olan Arap aktörlerin “asrın anlaşması”na destek vermeleri veya ABD-İsrail tarafına kaymalarının önünde de ciddi bir engel oluşturuyor. Mısır ve Ürdün’den bahsediyorum. Ürdün’de çok daha farklı tartışmalar var. Tarihi sorumluluk var ama Mısır çok rahatlıkla kayabilir. Mısır gibi şu an meşrutiyet krizi içerisinde olan bir ülke Filistin meselesinde İsrail’e tamamen yaslanmanın oluşturacağı maliyeti, faturayı göğüsleyebilecek bir durumda değil. Türkiye bunu bu kadar gündemde tutarak Mısır’ı da pozisyon almaya zorluyor.

Birtakım Arap ülkeleri zaten İsrail tarafındalar, ABD ile anlaşmışlar. Aslında Filistin’e taraflar ama gelecek baskılardan korkarak şimdilik ortada duruyorlar. Başını Türkiye’nin çektiği bir kitle de Filistin taraftarı, BM kararlarının, hak ve hukukun taraftarı. Bizim tavrımız ortadaki aktörlerin tasfiye cephesine katılmasının önünde en büyük engel. Bu açıdan baktığımızda İsrail’de bir çevrenin Türkiye’den rahatsız olması çok doğal karşılanabilir ama bir kısmı Türkiye’ye dair oldukça olumlu duygular besliyor. İsrail’de halkın ortalamasının Türkiye algısı oldukça olumludur.

Gelelim siyonistlerin kullandığı “vadedilmiş toprak” topraklar konusuna. Bu ideolojinin nasıl bir etkisi var ve Türkiye’yi ne kadar ilgilendiriyor?

“Vadedilmiş toprak” kavramı İsrail içerisinde çok kesin sınırları olan bir kavram değil. Dini otoriteler arasında da farklı görüşler var. Bahsedilen toprakların önemli bir kısmının tarihi Filistin topraklarının bir kısmı olduğuna dair ittifak var. 2005’te Gazze’den çekilmelerinin sebeplerinden bir tanesi Gazze’ye dair Tevrat’ta bir referansın olmamasıdır. Bazı bölgelere dair Tevrati referanslar kuvvetli. Filistinliler bu topraklara dair insani ve hukuki bir argümana sahipler. İnsani çünkü “Burada ben yaşıyorum. Benim atam yaşıyor. Yüzyıllarca hatırlayabildiğim herkes burada yaşıyor” diyor. Hukuki olarak “Tapum var. Burası benim. Şurası, zeytin bahçesi benim bahçem” diyor. İnsani ve hukuki argümanlar karşısında İsraillilerin cebri ve mesiyanik argümanları var. Cebri olarak “Benim olmasa da ben bunu askeri olarak alırım” diyorlar. Mesiyanik “Bunun sebebi senin hukuki insani mülahazaların benim için önemli değil çünkü Tanrı bana bu toprağı verdi. Ben seninle bunu tartışmam bile” diyor. Yani bir tarafta elle tutulabilir bir argümana sahip bir topluluk diğer tarafta elle tutulamayan, doğrulanamayan, doğrulanamayacak bir argümana sahip bir insan topluluğu. Bu ikisinin çatıştığını görüyoruz. Dolayısıyla bu topraklar Filistinlilere ait ve burada Filistinlilerin yaşaması gerekiyor çünkü bu onların hakları, uluslararası toplum tarafından tanınmış hakları.


Etiketler »  

İlgili Haberler

SETA Kitaplar
Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası