İlişkilerin Kısa Bir Tarihçesi
1990’ların başlarında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte, Orta Asya’da “Kırgızistan, Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan”, Kafkasya’da ise “Azerbaycan” bağımsızlığını ilan etti ve Türkiye ile etnik köken ve din bağı bulunan beş bağımsız Türk Cumhuriyeti tarih sahnesine çıktı. Türkiye bu ülkeleri ilk tanıyan ve büyükelçilik açan ülke oldu. Bu gelişme Türk milleti tarafından coşkuyla karşılandı, Türk elit ve siyasetçileri söz konusu bu dönemi “Türk Asrı” olarak yorumladı ve “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” sınırı olan geniş bir alanda Türk birliğinin oluşacağı yönünde bir ümit doğdu.
Türkiye, başlayan yeni dönemle birlikte yeni Türk Cumhuriyetleri ile çok taraflı iş birliği içine girerken, ilişkilerinin geliştirilmesini de Türk dış politikasının öncelikli hedefleri arasına alarak, dış politikasını idealist temelli milliyetçi bir yaklaşımla yeniden şekillendirdi. Özellikle dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, yeni Türk Cumhuriyetleriyle samimi ilişkiler geliştirdi, devlet başkanlarıyla kişisel dostluklar kurdu ve imkanların elverdiği ölçüde ekonomik yardımlarda bulundu. Uluslararası ilişkilerde ise SSCB sonrası dönemde oluşan yeni dünya düzeninde Türkiye’nin önemi vurgulanıyor, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan Türk Yurdu” eksenli jeopolitik konuma sahip Türkiye profili çiziliyordu.
Bağımsızlığını kazanan cumhuriyetler, tanıştıkları yeni dünya düzeninde kendilerine yol gösterecek bir rehbere ihtiyaç duymaktaydılar. Türkiye de kardeş ülkelere rehberlik yaptı ve söz konusu cumhuriyetleri uluslararası kurumlar nezdinde destekledi. Bu süre zarfında yeni dağılan SSCB’nin getirdiği sorunlarla uğraşan Rusya, kendi iç meseleleri nedeniyle Türkiye’nin bu politikasına karşı bir tavır gösteremedi. ABD ve Batı ise Türkiye üzerinden bu coğrafyaya nüfuz etmek istediği için Türkiye’nin yaklaşımını desteklediler. Bu minval üzere oluşan konjonktürel siyasi iklim, Türkiye’nin Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerini geliştirmek ve kurumsallaştırmak için uygun bir zemindi.
Birlikteliğin Doğuşu
Başlangıçta Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasında yapılan ikili anlaşmalarla yetinilmiş olunsa da ilerleyen süreçte Türk Cumhuriyetleri arasındaki iş birliğinin kurumsallaştırılması ihtiyacı duyuldu. Bu kapsamda Türkiye’nin girişimiyle 1992’de Türk Dili Konuşan Ülkelerin devlet başkanlarının iştirak edecekleri “Zirveler” süreci başlatıldı. 1993’te Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Türkiye’nin Kültür Bakanlarının imzalamış olduğu anlaşma ile Türk dünyası UNESCO’su olarak bilinen Uluslararası Türk Kültürü Teşkilatı (TÜRKSOY), 3 Ekim 2009’da ise Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan ve Kırgızistan tarafından imzalanan Nahcivan Anlaşmasıyla Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi kuruldu.
Türkiye, Türk dünyasına yönelik büyük öğrenci projesi, TRT Avrasya’nın yayına başlaması, kurultayların düzenlenmesi ve Eximbank kredilerinin tahsisi gibi birçok projeyi uygulamaya geçirdi. Bu kapsamda Türkiye’nin kalkınma tecrübesini yeni kurulan Türk Cumhuriyetleriyle paylaşmak ve iş birliği geliştirmek amacıyla 1992’de TİKA (Türk İşbirliği ve Kalkınma Ajansı) kuruldu. Ayrıca Türkiye, yeni Türk Cumhuriyetlerinde orta öğretim kurumlarını, Kazakistan’da Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi ve Kırgızistan’da Manas Üniversitesini açtı. Sosyo-kültürel açıdan ve diplomasi alanında yakalanan olumlu hava ekonomik ilişkilere de yansırken, Türkiye gerek yatırım gerekse dış ticaret açısından bu ülkelerin ilk üç ortağı arasında yer aldı.
Tüm gelişmelere rağmen Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasındaki ilişkiler arzulanan seviyeye çıkamadı ve stratejik bir derinlik kazanamadı. Bu durum Rusya faktörü, ABD ve AB faktörü, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin kendi iç dinamikleri ve Türkiye’nin durumu gibi temel dört faktöre bağlı izah edilebilir.
Türk dünyası birliği fikrinin tekemmül etmesinde ve uygulamaya geçebilmesinde, Rusya’nın olaya bakışı önemli bir faktördür. Başlarda Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasındaki ilişkileri kültürel odaklı olarak gören Rusya, ilerleyen süreçte “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne Türk Yurdu” ve “Türk Birliği” gibi milliyetçi söylemlerden rahatsızlık duymaya başlamış, bu söylemleri “Turancılık” olarak algılamış ve bu yaklaşımın, arka bahçesi olarak gördüğü Orta Asya Türk Cumhuriyetlerine sirayetine engel olmaya çalışmıştır.
Türk Dünyasında Rusya Etkisi
Türk dünyası ülkeleri arasında iş birliğinin seviyesini belirleyen bir diğer faktör de söz konusu ülkelerin sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyleridir. Türk Cumhuriyetlerin sosyo-ekonomik durumları ve siyasal kültürleri de iş birliğinin stratejik boyut kazanmasında engel teşkil etmiştir. Türk Cumhuriyetlerinin Çarlık Rusyası ve Sovyetler Birliği dönemlerini kapsayan ve uzun sayılabilecek bir süre zarfında Rusya ile birliktelikleri, ekonomik kurumlarını ve siyasi altyapılarını Rusya’ya bağımlı bir hale getirmiştir. Zira bu cumhuriyetlerin isimleri dahil tüm iktisadi ve idari kurumları bu dönemlerde şekillenmiştir. Bağımsızlığını kazanan cumhuriyetlerin hiçbirinin daha önce dış dünya ile bağımsız iktisadi ve siyasi ilişkisi olmamıştır. Hanlık geleneğinden gelen bu toplumların devlet kurma tecrübeleri de bulunmamaktaydı. Üst yönetim kadroları, devlet yönetimi konusunda tecrübe sahibi değillerdi. Cumhurbaşkanlarının tümü, bir şekilde SSCB döneminde Komünist Parti’de görev almış ve çoğu politbüro üyeliği yapmış kişilerdendi. Sosyolojik açıdan bakıldığında söz konusu cumhuriyetler, başlangıçta sosyo-ekonomik yapıları itibariyle birer Sovyet toplumu niteliğindeydiler.
Orta Asya Türk Cumhuriyetleri bağımsız olduktan sonra dahi, SSCB döneminden miras kalan ekonomik sorunlar yanında etnik sorunlar, sınır meselesi ve su paylaşımı gibi birçok sorunun çözümünde Rusya’nın hakemliğine ihtiyaç duymuşlardır. Türkiye ile Orta Asya Türk Cumhuriyetleri arasında samimi ve istekli bir şekilde başlayan ilişkiler çerçevesinde düzenlenen “zirveler”de ele alınan konular, söz konusu yukarıda belirtilen hususlara temas ettiğinde ilgili cumhuriyetler mesafeli durmuşlar, bu gibi konularda Rusya’nın tavrı net olmadan, bir duruş sergilemekten imtina etmişlerdir.
Mesela Ankara’da toplanan birinci zirvede Azerbaycan ve Türkiye’nin Dağlık Karabağ sorununa ilişkin destek beklentileri, Ermenistan’ın Rusya tarafından desteklenmesi gerçeğinden ötürü gerçekleşmemiştir. Aynı şekilde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınması yolundaki öneri kabul görmemiştir. Dolayısıyla Rusya’nın tepkisi göstereceği endişesiyle bu zirvelerde etnisite temelli söylem ve eylemlerden kaçınmışlardır. İkinci zirveden itibaren ise siyasi sorunların çözümüne yönelik faaliyetlerden ziyade kültürel ve ekonomik temelli faaliyetler kapsamında iş birliğine yönelik faaliyetler ön plana çıkmıştır. Bu nedenle de “Türk Asrı” olarak nitelendirilen bu dönem “Türk Devletleri Birliği” ya da “Türk Ortak Pazarı” gibi kurumsal bir yapıya dönüşememiştir. Böylece başlangıçta “idealizm” temelli bir dış politika zamanla “realizm” temelli bir politikaya dönüşerek düşük tempolu ve orta düzeyli bir Türk dünyası politikası oluşmuştur.
Türkiye ile Türk Cumhuriyetleri arasında ilişkilerin seviyesini belirleyen önemli unsurlardan biri de Türkiye’nin kendi dinamikleri olmuştur. Zira Türkiye de SSCB sonrasındaki bu sürece hazırlıksız yakalanmıştı. Türkiye’nin ilgili cumhuriyetlere ilişkin stratejik derinliğe sahip bir politikası bulunmamaktaydı. Türkiye, bölgeyi ve bölgenin insanlarını gerçek anlamda tanımıyordu. Bölgenin realitesine göre değil, hissiyatına göre hareket ediyordu. Diğer Türk Cumhuriyetlerin durumları da Türkiye’den farklı değildi. O nedenle Türkiye ile Türk cumhuriyetleri arasında coşkuyla başlayan kucaklaşma realiteye dayalı bir strateji ile yönetilmediği için zamanla beklenen ilerlemeyi sağlayamamıştır.
Tüm bu gelişmeler sonucu şekillenen Türkiye ile Türk dünyası arasındaki ilişkiler Türkiye’nin arzuladığı seviyeye ulaşamamıştır. Ancak ekonomik ve kültürel alanlarda ilerleme sağlamıştır. Siyasi ilişkiler ile dış ilişkiler ise daha mesafeli ve her ülkenin kendi dinamikleriyle belirlediği bir çerçevede yürümüştür. Dolayısıyla dış ilişkilerde ortak bir politika oluşturulamamıştır. Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nden her biri dinamiklerine göre kimi zaman Rusya kimi zaman da ABD ya da AB eksenli hareket etmişlerdir.
İlişkilere Türkiye Dokunuşu
Son dönemde bölgesel ve küresel alanda daha aktif bir politika izleyen Türkiye, Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin de dikkati çekmiştir. Özellikle savunma sanayii konusunda Türkiye ile iş birliği yapma talebinde bulunmuşlardır. Kazakistan stratejik alanlarda Türkiye ile iş birliği yapmada daha aktif bir politika izlemiştir. Türkiye’nin Libya başarısı, Azerbaycan ile ikinci Karabağ savaşı sürecinde yaptığı iş birliğinin getirmiş olduğu zafer, Türk dünyasında “Rusya her zaman galip gelir” algısının değişmesine neden olmuştur. Rusya’ya ilişkin yeniden şekillenen algı değişikliği, toplumda Türk birliğinin kurulması gerektiği yönünde düşüncelerin yeniden yeşermesine yol açmıştır. Nitekim son zamanda Tacikistan-Kırgızistan arasında yaşanan çatışma sürecinde Kırgız halkının Cumhurbaşkanı Erdoğan’a açık mektup yazması ve Türkiye’nin olaya müdahil olması yönünde Kırgız kamuoyu oluşmasını, Türk Cumhuriyetleri arasında siyasi iş birliğinin geliştirilmesinin zemininin oluşmaya başladığı, şeklinde okumak gerekir.
Türkiye ile Türk dünyası arasındaki ilişkinin stratejik derinlik kazanmasında en önemli faktör, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik açıdan önemli bir güç haline gelmesidir. Güçlüye entegre olma eğiliminin izlerinin görüldüğü bölgede, Türkiye’nin siyasi ve ekonomik açıdan dünya düzeninde güçlü bir aktör olarak yer alması, Türkiye ile ortak tarih ve kültüre sahip bölge halkının yönünü Türkiye’ye dönmesi için gerekli ortamı oluşturacaktır.
Dış politikada paradigma değişimine giderek bölgesel ve küresel sorunlara karşı aktif rol üstelenen Türkiye, alanda elde ettiği tecrübelerle daha detaylı analiz yapabilmekte ve dış ilişkilerinde daha realist politikalar geliştirebilmektedir. Türkiye eskiye nazaran Orta Asya Türk Cumhuriyetleri hakkında daha fazla bilgi ve deneyime sahiptir. Aynı zamanda Orta Asya dinamiklerini etkileme gücünü elinde bulunduran Rusya ile ortak zeminde buluşabilmektedir. Bundan hareketle Türkiye’den, ikinci Karabağ Savaşı’nda olduğu gibi Türk dünyasına yönelik sağlam temellere dayalı ve sonuç odaklı bir politika izlemesi ve bu politikanın da karşılık görmesi beklenmektedir.