Türk savunma sanayiinin yüzyıllık gelişim serüvenini birkaç sayfada özetlemeye çalışmak elbet mümkün değildir. Lakin, bu seyirde belirleyici olan aktör ve faktörleri, kırılma dönemlerine göre sınıflandırıp makro düzey bir analiz yapmak, okuyucuya genel bir çerçeve sunması açısından yol göstericidir. Mevzubahis perspektiften hareketle, Türk savunma sanayiinin gelişim evrelerini i) 1923-1950, ii) 1952-1964, iii) 1964-1978, iv) 1980-1990, v) 1990-2002 ile vii) 2003-2023’ü kapsayan altı dönem üzerinden incelemek mümkündür.
İlk Adımlar
Birinci dönemin önemi, destansı bir kurtuluş mücadelesinin ardından yeni cumhuriyetin kurucusu olan Atatürk’ün, öz savunmanın yerli ve milli kaynaklarla karşılanması noktasında sergilediği bilinç ve teşviktir. Kuşkusuz bu farkındalığın oluşmasında; Osmanlı’dan devralınan “borçlu, hastalıklı bir vatan mirası”, büyük güçlerin yüzyıllık Sevr suikastı ile Birinci Dünya Savaşı’nın askeri teknoloji ve silahlanma yarışı üzerindeki dönüştürücü etkisi önemli rol oynamıştır. Bu nedenledir ki Atatürk, bir taraftan “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesiyle dış, güvenlik ve savunma politikalarında “barışçıl” bir retorik benimserken; diğer taraftan kara, hava ve deniz harp sanayiinin teşekkülünü, ülkenin siyasi, askeri, diplomatik ve ekonomik hak ve menfaatleri açısından elzem görmüştür. Hasılı Atatürk’ün talimatıyla İstanbul, Ankara ve Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağılmış olan top mühimmathaneleri, silah tamirhaneleri, marangozhaneler ve fişek imalathaneleri 1921’de teşekkül ettirilen Askeri Fabrikalar Umum Müdürlüğü (1950 itibarıyla MKEK’ye devredilmiştir) çatısı altında toplanarak; silah, mühimmat ve kimyasal madde fabrikalarının faaliyetlerine hız verilmiştir.
1921 ila 1950 arasında hizmet veren Askeri Fabrikalar Umum Müdürlüğü’ne ilaveten, Atatürk devrinin ayırt edici bir diğer özelliği özel sektör müteşebbislerinin teşviki olmuştur. Bugün Türk savunma sanayii tarihinin öncül aktörleri olarak referans gösterilen Nuri Demirağ, Vecihi Hürkuş gibi devrimci isimlerinin yanı sıra THK ile TOMTAŞ da Erken Cumhuriyet Dönemi’nin ürünleridir. Keza bugün deniz harp sanayiinin en büyük tesisi olan Gölcük Tersanesi, 1933 Mayıs’ında TBMM’de onaylanan 2173 sayılı kanunla Donanma Üssü’nün Gölcük’te kurulması kararına binaen teşekkül edilmiştir. Ne var ki, bu dönemdeki teşebbüslere rağmen Türkiye yurt dışından silah tedarik etmeye devam etmiştir. Zira bir taraftan yeni teşebbüslerin, devlete yük olmamaları arzulanırken, diğer taraftan daha modern bir TSK’nın ihtiyaçlarını karşılayacak teknolojik seviyeyi yakalamaları ve seri üretim aşamalarına geçmeleri için uzunca bir süre gerekmiştir. Bununla beraber, Atatürk’ün vefatı ve müteakiben cereyan eden İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Türk harp sanayii, duraklama dönemine girmiştir.
Savaşın yıkıcılığı ve dünya ekonomisi üzerindeki etkisi birçok ülkeyi mali darboğaza sokarken, Sovyet ve ABD merkezli Doğu-Batı mücadelesi, Türkiye’nin harp kabiliyet ve kapasitesinin güçlendirilmesine vesile olmuş, aynı zamanda uzun süren bir “bağımlılığın” tohumlarını da atmıştır. Zira Sovyet tehdidi karşısında ABD, stratejik müttefikliğe terfi ettirdiği Türkiye’ye sadece büyük miktarlarda silah, teçhizat ve araç tedarik etmekle kalmamış; aynı zamanda askeri, istihbari ve teknik alanı domine edecek şekilde finansman, eğitim ve lojistik desteği sağlayarak Amerikan doktrinizasyonunu hakim kılma çabasına girmiştir. Böylece Türkiye, ABD’nin Truman Doktrini (Mutual Defense Act) ve Marshall Yardımları (Economic Cooperation Act) kapsamında sağladığı geniş çaplı mali ve askeri desteklerine bağımlı bir ülke haline evrilmiştir.
İkinci dönemin ilk belirleyicisi 1952’de gelen NATO üyeliği olmuştur. Bu üyelik Türkiye’yi NATO’nun güvenlik şemsiyesi altında konumlandırmakla kalmamış, bilahare Türkiye’nin “NATO savunma pazarına” olan bağımlılığını genişletip derinleştirmiştir. Dahası Türkiye savunma sanayiinden askeri ve savunma diplomasisine kadar birçok hususta NATO’yu özne atfetmiş; bu durum dış, güvenlik ve savunma politikalarında NATO angajmanlarının belirleyici rolünü pekiştirmiştir. Bu rolün ne denli büyük etkiler oluşturabileceği ise mevzubahis dönemin ikinci kırılma noktası olmuştur. Zira 1964’te dönemin ABD Başkanı Johnson’ın Başbakan İnönü’ye ithafen kaleme aldığı mektup, Türkiye’nin Kıbrıs mevzusunda savunduğu politika ve çıkarların Batılı müttefikleriyle ters düşmesi halinde, ABD ve NATO’nun hibe ettiği hiçbir silah ve teçhizatın Türkiye tarafından kullanılamayacağı beyanıydı. Bu tenkit ve tehditler ışığında, Türkiye’nin münferit operasyonel kabiliyetleri itibarıyla Kıbrıs Barış Harekatı ancak 10 yıl sonra gerçekleştirilebilmiştir.
Zaten üçüncü dönemin belirleyicisi 1964’teki Kıbrıs Barış Harekatı ve bilahare ABD’nin 1978’e kadar uyguladığı silah ambargosu olmuştur. Johnson Mektubu, Türkiye’nin harp sanayiinin milli kaynaklarla teşekkül ve idamesinin ulusal güvenlik ve çıkarlar açısından ne kadar hayati olduğunun yeniden fark edilmesini sağlamıştır. Esasen bu acı deneyim, salt TSK’nın yedek parça ve lojistik destek sıkıntısından ibaret kalmamış; Türkiye’nin dış politika kararlarının yüksek düzey ve çoklu angajman geliştirdiği bölgesel ittifaklarından ne denli hızlı tecrit edilebileceğinin idrakine vesile olmuştur. Böylece Türkiye yeniden yerli teşebbüslere yönelmiş, bu sefer daha kurumsal ve endüstriyel bir çizgi belirlenmiştir. Nitekim bugün Türk savunma sanayiinin öncü kurum ve kuruluşları olan Hava, Deniz ve Kara Kuvvetlerini Güçlendirme Vakıfları (1987 itibarıyla Türk Silahlı Kuvvetleri Güçlendirme Vakfı) ile TUSAŞ, ASELSAN, ROKETSAN ve HAVELSAN gibi şirketler, 1970’lerde doğmuşlardır.
Türk harp sanayiinin dördüncü evresi yine Türkiye’nin acı deneyimlerine konu olan açık ve örtülü ambargolarla bezenmiştir. Zira Türkiye’nin -tıpkı bugün PYD/YPG’ye olduğu gibi- PKK’ya karşı yürüttüğü terörizmle mücadele operasyonları, çoğu zaman NATO’lu ve Avrupalı müttefiklerinin desteğinden yoksun kalmış; bu kapsamda Türkiye’nin kendilerinden tedarik ettiği silah, mühimmat ve teçhizatları kullanmalarını zorlaştıran/engelleyen birçok yeni prosedür ve karar öne sürmüşlerdir. Ancak 1970’lerden alınan dersler sayesinde Türkiye, 1980’lere daha yüksek farkındalığa haiz olarak girmiştir. Bu farkındalık, daha modern bir savunma sanayiine kavuşmak için kurumsallaşma çabalarını beraberinde getirmiş; ilk önce 1985’te “Savunma Sanayii Geliştirme ve Destekleme İdaresi Başkanlığı’nın (SAGEB)” ve müteakiben 1989’da “Savunma Sanayii Müsteşarlığı’nın (SSM)” kurulmasını sağlamıştır. Bu dönemin bir diğer önemli özelliği ise tüm siyasi çıkar uyuşmazlıklarına ve zorlayıcı ekonomik koşullara rağmen Ankara’nın iş birliği modeline büyük kıymet vermesi olmuştur ki, bu anlamda ABD ve Türkiye’nin müşterek olarak TAI ve TEİ firmalarını kurması yerli savunma sanayiine teorik ve teknik açılardan ziyadesiyle mühim bir girdi sunmuştur. Savunma sanayiinin beşinci evresini kapsayan 1990 ila 2002 arasında ise mevzubahis kurumsallaşma sayesinde yurt içi ve yurt dışı tedarik modellerinde değişim gözlemlenmiştir. Bu bağlamda Türkiye’nin tedarik trendi; akıllı tedarikten lisans altında üretim ile ortak üretim, teknoloji transferi ve iş birliğine doğru bir seyir izlemiştir. Bu minvalde F-16 projesi önemli bir bilgi ve tecrübe kazanımı olarak kıymet görürken; bu birikim ve kabiliyet artırımı sayesinde Vakıf şirketlerince yeni projeler başlatılmıştır.
Yerli-Milli Temelli Söylem
Türk harp sanayiinin altıncı ve sonuncu gelişme evresi ise 21. yüzyılın başından günümüze uzanan süreci kapsayan dönemdir. Bu dönemin belirleyici özelliği son 20 senedir iktidarda olan AK Parti’nin gerek parti tüzüğü gerekse seçim beyannamelerinde geniş yer verdiği “savunma sanayii söylemi”dir. Bu söylem en temelinde “yerlileşme”, “millileşme” ve “stratejik otonomi” arayışları üzerine kurgulanmış, müteakiben “Milli Teknoloji Hamlesi” nüvesiyle daha somut bir çehreye kavuşmuştur. 2004’teki SSİK toplantısı, bahse konu söylem ve uygulamaların ilk kırılma noktasını temsil etmiştir. Zira toplantıda, halihazırda masada bulunan birçok yurt dışı hazır alım projesinin iptal edilmek suretiyle, 1990’larda tohumları atılan birçok eski proje ile ihtiyaç öngörülen yeni tedarik yapılanmasının yurt içi kaynak ve imkanlarla azami ölçüde desteklenerek geliştirilmesine hükmedilmiştir. Dolayısıyla yeni dönemde, Türkiye’nin ortak üretim, teknoloji transferi ve iş birliği modellerinin avantajlarından faydalanmak kaydıyla “özgün tasarım” ve “AR-GE” modellerine daha fazla öncelik verdiği görülmüştür.
Bu devrim niteliğindeki karar, önceleri TSK’nın ihtiyaçlarının zamanında ve yetkin teknolojiyle karşılanması hususunda birtakım endişelere yol açmıştır. Ancak kısa sürede realize edilen projeler ve hızlı bir şekilde envantere kazandırılarak sahadan geri bildirimlerle geliştirme safhasına sokulan platformlar, ana müşteri konumundaki TSK’nın güvenini kazanmıştır. Bu bağlamda, Fırat Kalkanı’ndan Bahar Kalkanı Harekatı’na, Pençe operasyonlarından Kış Kartalı Hava Harekatı’na değin TSK’nın kullandığı silah ve teçhizatların ürün performansına ilişkin negatif ve pozitif geri beslemeler ile kazanılan operasyonel tecrübe, Türkiye’nin öz savunma kapasitesini gün be gün perçinlemiştir. Velhasıl tüm bu süreçte, Türkiye’nin kara, deniz ve hava platformlarından lazer silahlara, insanız araçlardan malzeme teknolojisine, bilgi ve iletişim sistemlerinden elektronik harbe birçok alanda bilgi, tecrübe ve yetenek kazanımını derinleştirdiğine tanıklık edilmiştir.
Türk savunma sanayiinin mevcut durumuna bakıldığında üç gelişme dikkat çekicidir. Birincisi, savunma sanayiinde benimsenen “yerlilik” ve “millilik” ilkeleri, artık tüm endüstri kollarını benimseyen “milli bir teknoloji” hamlesine evirilmiştir. Bu durum, sanayiinin bütün kollarında yerli ve milli kaynakları kullanan teşebbüsleri teşvik edici bir nitelik kazanmıştır. Başka bir deyişle, “milli teknoloji zihniyeti”, sivil teknolojilere de sirayet etmiştir. Ayrıca söz konusu zihinsel dönüşüm sayesinde; “devlet”, “endüstri” ve “akademi” arasında daha interaktif ve güçlü bir ilişki kuran yeniden yapılandırmaya gidilmiştir. İkincisi, savunma sanayiinde yaşanan müspet gelişmeler, Osmanlı’dan beri “güçlü devlet, güçlü ordu” anlayışı ile bezenmiş bir ülke için artık TSK’nın ihtiyaçlarını karşılamaktan öteye geçmiş, kritik önem arz eden bir ihracat kalemine dönüşmüştür. Örneğin küresel İHA pazarının artık başat aktörlerinden sayılan Baykar firması, TSK’nın operasyonel kabiliyetleri ve stratejik kazanımları açısından bir çarpan etkisi oluşturmakla kalmayıp, her geçen gün genişlettiği ürün yelpazesiyle önemli bir istihdam kaynağı doğuran ve 32 ülkeyle sözleşme yapan bir ihracat şampiyonuna dönüşmüştür. Üçüncüsü, savunma sanayii, Ankara’nın dış, güvenlik ve savunma politikalarının ayrılmaz bir ögesi haline gelmiştir. Bu vesileyle Türkiye, salt savunma/saldırı kapasitesini güçlendirmekle kalmamış; bilakis caydırıcılık, müzakere ve pazarlık koşullarında farklı argüman ve avantajlar elde etmiştir. Bu durum ise “proaktif dış politika” yaklaşımını önceleyen Türkiye’nin gerek ikili ilişkiler gerekse bölgesel ve uluslararası örgütler nezdinde yürüttüğü askeri diplomasi, savunma diplomasisi, savunma sanayii diplomasisi, bilim ve teknoloji diplomasisi gibi geleneksel olmayan diplomatik faaliyetlerde daha güçlü ve etkin bir rol üstlenmesini sağlamıştır.