Kriter > Dosya > Dosya / Siyaset ve 2023 Seçimleri |

14 Mayıs 1950: Unutulan Demokrasiye Geçiş Bayramı


14 Mayıs 1950 öncesinde, Türkiye’de, otoriter bir tek parti yönetimi mevcuttur. Bu dönemin CHP’si, demokratik sistemdeki bir parti olmaktan çok uzaktır. CHP, sadece siyasi değil toplumsal ve iktisadi hayatı da kontrol etmeye çalışan; farklılıkları yok ederek “imtiyazsız, sınıfsız bir kitle” oluşturmaya çalışan ve milli şef tarafından yönetilen bir tek partidir.

14 Mayıs 1950 Unutulan Demokrasiye Geçiş Bayramı
1950 seçimlerinde yüzde 52,7 oyla iktidara gelen ve 10 yıl süreyle başbakanlık yapan Adnan Menderes Ege gezisinde (BYEGM/AA)

Her milletin, her ülkenin kaderinde dönüm noktası olan günler vardır. 14 Mayıs 1950, Türkiye Cumhuriyeti ve Türkiye’de yaşayan insanlar açısından böyle bir tarihtir. Türkiye’de ilk defa 14 Mayıs 1950’de, siyasi iktidar şiddet kullanılmadan ve seçimle el değiştirmiştir. Bu bakımdan 14 Mayıs 1950, Türkiye’de demokrasinin doğum tarihidir.

14 Mayıs 1950 öncesinde, Türkiye’de, otoriter bir tek parti yönetimi mevcuttur. Bunun anlamı, ülkede ifade, teşkilatlanma ve teşebbüs gibi temel hürriyetlerin bulunmamasıdır. Bu dönemin Cumhuriyet Halk Partisi, demokratik sistemdeki parti anlamında bir parti olmaktan çok uzaktır. CHP, halkı bütün olarak temsil etme iddiasında, sadece siyasi değil toplumsal ve iktisadi hayatı da kontrol etmeye çalışan; farklılıkları yok ederek “imtiyazsız, sınıfsız bir kitle” oluşturmaya çalışan ve milli şef tarafından yönetilen bir tek partidir.

Tek parti yönetimi döneminde, iktisadi gelişme oldukça sınırlıdır. Şehirleşme, yüzde 18 civarında sabitlenmiştir. 14 Mayıs’ta Demokrat Parti’nin iktidara gelişiyle iktisadi dinamikler harekete geçecek, sanayileşme ve şehirleşmede sıçramalar yaşanacaktır. Ankara’daki bürokratlar ve onların taşradaki uzantıları ile onların devlet imkanlarıyla zenginleştirdiği müttefikleri, fakir bir toplumda, debdebeli bir saltanat hayatı sürdürmektedirler... Halkın en temel kaygısı ise karnını doyurmaktır. Kırsal kesimde hayat şartları daha da ağırdır. Mahmut Makal’ın Ocak 1950’de yayımlanan romanı Bizim Köy, milletin efendisi olduğu ilan edilen köylünün nasıl bir açlık ve sefalet içinde yaşamaya çalıştığını anlatmaktadır:

9 Ekim Cumartesi. Birinci dersten sonra çocuklara sırayla sordum. Bu sabah 21 kişi hiçbir şey yemeden aç gelmiş. 10 kişi yavan ekmek dürünüp yemiş. 11 Ekim öğleden sonra: 31 kişi hep karpuz şalağı ile ekmek yemiş.

22 kişilik birinci sınıfla 31 kişilik ikinci sınıfın toptan yoklaması, yani ikinci yoklama, 20 Ocak Perşembe günü öğleden sonra: 4 kişi yavan çorba, 6 kişi bulgur pilavı, 16 kişi ekmek gevretip yemiş öğleyin. 4 kişi pilav ısıtıp yemiş 5 kişi dürümü, 2’si evde anasını bulamamış aç gelmiş. 7 tanesi ‘ne yiyeceğim?’ diye ağladıktan sonra yavan ekmek yiyip gelmişler. 11 kişi soğan tuzlayıp dürünmüşler...

1 Nisan sabahı ikinci sınıftan 12 kişi aç, 11 kişi yavan ekmek, 7 kişi cacıklı pilav. Öğleden sonra, otuz mevcudun hepsi cacıklı dürüm. (Cacık: Yabani ot).

Açlıkla salgın hastalıkların Anadolu’yu kasıp kavurması, hayatı iyice çekilmez hale getirmektedir. Her yıl on binlerce insan verem, sıtma, tifo, trahom gibi hastalıklara kurban gitmektedir. Hatta mesela Konya’nın Çumra ilçesinde olduğu gibi bütün ilçe sıtma olduğundan CHP’nin ilçe kongresi bile yapılamamaktadır.

 

CHP İçindeki Demokrasi Rahatsızlığı

Anadolu içten içe kaynamaktadır. Siyasi ve iktisadi sistemin olduğu gibi muhafaza edilmesi imkansızdır. Halk değişiklik istemektedir. Halk ekmek, aş ve bunlar için de hürriyet isterken, CHP’nin gazetesi Ulus’un 19 Ağustos 1945 nüshasında, Türkiye’nin demokrasiye geçmesi istikametinde demokratik Batı ülkelerindeki beyanlardan duyulan rahatsızlık dile getiriliyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesiyle beliren bu eğilim, CHP’nin içindeki müfritleri rahatsız etmekteydi. Hatta bu çevreler, yeni partilerin ancak CHP’nin bir türevi olabileceğini düşünüyorlardı. Ulus’ta bu rahatsızlık şöyle dile getiriliyor:

Demokrasinin bütün gereklerini yerine getirmeliymişiz. Çünkü zafer tek partili rejimlere karşı demokrasiler tarafından kazanılmış imiş. Peki ama, Rusya kaç partili bir demokrasi idi? Büyük Millet Meclisi rejimi kalacaktır. Türk demokrasisi onun disiplini ve kanunları içinde gelişecektir. İkinci, üçüncü, dördüncü parti, hepsi yalnız bu amacı güttükleri zaman ve ancak bu amacı güttükleri kadar itibar bulacaklardır. Sözün kısası bu!

Demokrat Parti'nin 1950 afişi
1950 Türkiye genel seçimlerinde Demokrat Parti'nin kullandığı seçim afişi (Kaynak:Vikipedi)

 

Bu bakımdan 1946’dan sonra kendiliğinden ve sadece İnönü’nün isteğiyle demokrasiye geçildiğini zannetmek yanlış bir düşünce olacaktır. Demokrat Parti’nin mühim isimlerinden Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri adlı değerli çalışmasında, bu geçiş sürecinin zorluklarını, bu dönemde vatandaşların ve siyasetçilerin yaşadığı problemleri şu şekilde anlatılıyor:

Jandarma çavuşu da yanımızda. Köylü bize, biz onlara sessiz bakışıyoruz. Çavuş ‘Konuşun, diyor, ne derdiniz varsa söyleyin, işte beyler sizi dinlemeye gelmişler.’

Çavuşun dudaklarında ince, küçültücü, alay eden bir gülümseme. Elindeki kırbaçla çizmelerine hafif hafif vuruyor.

Orta yaşlı bir köylü başını salladı:

-Doğru söylersin Çavuş. Fakat beyler gidince şu kırbacı sırtımızda şaklatacaksın!

Yine susuyorlar. Biraz sonra bir başka köylü

-Ne diyelim beyler, her şeyin bir vadesi var. Bugünkülerin vadesi de geldi galiba!

İsmet İnönü, halktan yükselen bu tepkiler karşısında, adeta vadelerinin dolduğunu anlamış ve geçiş sürecinin demokratik bir şekilde olmasını temin etmeye yönelmiştir. İnönü, bu düşüncelerini Nihat Erim’e şöyle anlatıyor:

Tek parti rejimleri normal demokrasi usulleri ile idare şekline intikal edemedikleri, hiç değilse bu zaruri olan intikali tam yapamadıkları için yıkılmışlardır... Memleketimizi böyle bir akıbetten korumalıyız. Ciddi ve esaslı murakabe sistemine süratle geçmeliyiz. Ben ömrümü tek parti rejimiyle geçirebilirim. Ama sonunu düşünüyorum. Benden sonrasını düşünüyorum. Bu sebepten, vakit geçirmeksizin işe girişmeliyiz.

Bütün bunlara bir de uluslararası sistemdeki değişme ve gelişmeler eklenince, tek parti rejiminin eninde sonunda devrileceği bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmıştır. Rejim, değişmelidir… Ama hangi istikamette? Türkiye’nin önünde iki yol vardır: İlki, totaliter sosyalist blokun bir parçası olmaya yönelmek; ikincisi, demokratik Batının bir parçası olmayı hedeflemektir.

Hem iktidarın hem de 1946’dan itibaren ortaya çıkan muhalefetin, Batı Blokunda yer almayı istemesiyle, Türkiye’nin nereye yöneleceği anlaşılır. İstikamet, Batıdır. Böylece rejimin de demokrasi yönünde değişeceği anlaşılmıştır.

Türkiye’nin tek parti diktatörlüğünden çıkıp demokrasiye geçmesi, her şeyden önce, “milli şef” adıyla anılan kişinin, iktidar makamından gönüllü olarak vazgeçmesine bağlıdır. Elbette İnönü’nün korkuları vardır. Etrafındaki bazılarının korkuları daha da derindir. İnönü’nün çok partili hayata geçme arzusu, CHP içinde çalkantılara yol açar ve parti, Islahatçılar ve Müfritler olarak ikiye bölünür. Müfritler, İnönü’yü kararından vazgeçmesi ve tek parti diktatörlüğünü sürdürmesi için zorlarlar. Ancak, diğer taraftan hem muhalefet hem de sivil toplum şekillenmekte ve kuvvetlenmektedir. Tek parti yönetiminin sürdürülmesine imkan yoktur. Ve İnönü bunun farkındadır.

Bir taraftan demokrasiye geçişin altyapısı hazırlanırken, diğer taraftan siyasi tartışmalar iyice ateşlenir. Demokrasinin altyapısını hazırlamada en önemli adımlardan biri yeni bir seçim kanunu çıkarılmasıdır. 1946 seçimleri, demokratik bir seçim olacağı iddiasıyla yapılmış, ama açık oy gizli sayım ve sayılan oyların derhal imhasıyla bir skandala dönüşmüştür. Aynı seçim yolsuzluklarının tekrarlanması, Türkiye’yi vahim badirelerin ve iç çatışmanın içine atacaktır. Bu yüzden Hür Fikirler Cemiyeti’nde teşkilatlanan liberallerin ve muhalefetin de katkısıyla yargı denetiminde seçimi öngören bir seçim kanunu çıkarılır. Seçim eşit, genel oy ilkesine uygun olarak ve basit çoğunluk sistemiyle yapılacaktır. Artık Türkiye tarihi bir olaya gebedir: “Yeter Söz Milletindir!” şiarıyla 14 Mayıs’a, yani, seçim sandığına yürünmektedir...

 

14 Mayıs'ı Doğuran İklim

Mükerrem Sarol’un Bilinmeyen Menderes isimli kıymetli eserinde, halkın 14 Mayıs’ın hangi hisle beklendiği şöyle anlatılıyor:

14 Mayıs 1950 Pazar günü sabaha kadar Türkiye uyumadı. Tarlasına suyunu çeviren köylü, ecelle randevusu olan hasta, kalkıp seçim sandığı başına gitti. Ve oyunu kullandı. Çünkü 1946’da yapılan oy hırsızlığı ortaya dökülmüştü ve millet, oyunu çalmaya hevesleneceklerin başına seçim sandıklarını geçirmeye kararlı idi. Çok şükür, kimsenin başında seçim sandığı parçalanmadığı gibi, otuz yıldan beri devleti elinde tutan ve iki muhalefet partisinin başını yiyen CHP tepetaklak oldu; Demokrat Parti bütün yurtta seçimleri kazandı.

Bu rahmetli Refik Koraltan’ın o günlerde söylediği gibi ‘Tam bir beyaz ihtilaldir’di. İhtilalciler beyaz elbiselerine hiçbir leke sıçratmadan sandıkların içinden çıkmış Ankara sokaklarını doldurmuştu. Herkes birbirini öpüyor, kucaklıyor, tebrik ediyordu. Bütün yurtta şenlikler başlamıştı.

Halk Partisi’nin içinden bir grup ise 14 Mayıs seçim sonuçları üzerine, tarihçi Toynbee’nin demokrasinin bir Protestan-Hristiyan rejimi olduğu, Müslümanların demokrasiyi başaramayacakları iddiasını aktararak, İnönü’den eski rejime dönmesini istemişler; ancak İnönü, bu görüşü taassup olarak nitelendirerek, Türk milletinin demokrasiyi mutlaka başaracağında ısrar etmiştir. Bu şekilde Türkiye 14 Mayıs 1950’de demokratik bir siyasi iktidar değişimini başarmıştır. Bu tarihi günün, 14 Mayıs 2023’te tekrar bir seçimle gündeme gelmesi çok kıymetlidir. 14 Mayıs bu şekilde milli hafızada yeniden yerini alarak, resmi tarihte “demokrasi bayramı” olarak kutlanması yönünde bir düzenlenmenin yapılması temenni edilir.

 


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası