Bir süredir ülke gündemini meşgul eden TV dizileri tartışması devam ediyor. Elbette bir tarafta, dizileri yalnızca tüketen ve iyi vakit geçiren pasif alıcılar bulunuyor. Onlar tam da bir politik öğrenme aracı olarak kitle iletişiminin hedef kitlesi. Diğer tarafta ise kendi politik zemini doğrultusunda dizilerin içeriklerini ve temsil biçimlerini sorunsallaştıran başka bir grup var. Bu grup içerisindeki bir kesime göre, söz konusu dizilerin daha önce açıkça ele alın(a)mayan toplumsal, politik ve ekonomik konuları ele almasından dolayı bir tür özgürlük alanı olarak görülmesi, Habermasçı tabirle “ideal konuşma ortamına” zemin hazırladığı için takdir edilmesi gerekiyor. Bir diğer grup ise dizilerin, konvansiyonel medyanın propaganda araçları olduğundan hareketle, belirli bir siyasi fikrin, kimliğin ve ideolojinin taşıyıcılığını yaptığını, Marx’ın “yanlış bilinç” diyeceği tarzda hakikati tahrip ettiğini iddia ederek eleştiriyorlar. Kimi zaman da resmi şikayetlerle protesto ediyorlar.
Dizilerin tartışmaya açtıkları siyasi ve toplumsal konular hakkında belirli bir kanaate sahip olmakla birlikte uzmanlık alanıma temas etmediği müddetçe bu konularda kamusal bir beyanda bulunmadım. Ancak konu, 12 Şubat akşamı FOX TV’de yayınlanan “Kızıl Goncalar” dizisinde olduğu gibi Türkiye-İran ilişkilerine gelince, yukarıda izah ettiğim TV’nin bir politik iletişim aracı olması hususundan hareketle bu konu hakkında konuşmam gerektiğini düşündüm. Zira günümüzde toplumun politik sosyalleşme süreçlerinde kitle iletişim araçlarının etkisini yadsımaya kalkanların karşısına konulacak devasa bir iletişim bilimleri literatürü var artık.
Yüzlerce yıllık komşumuz İran’a dair Türk insanının kafasındaki imajın şekillenmesinde bu tür yayınların etkili olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla Türkiye-İran ilişkilerinde bugüne kadar mevcut olan rasyonel bürokratik reflekslerin yeniden üretiminde etkili olacak sosyal sermayenin oluşturulması adına bir ikazda bulunmak gerekiyor. Aksi halde avami klişelerin tesiri altında son derece çarpık bir Türkiye-İran ilişkileri temsilinin, tv vb. araçlar yoluyla toplumda yaygınlaştırılması tehlikesi zuhur edebilir.
Üniversitede yıllardır verdiğim Türkiye-Ortadoğu İlişkileri dersinin ilk haftasında öğrencilerime yaptığım bir metodolojik uyarı vardır. Ortadoğu’ya dair meseleleri anlamlandırmaya çalışırken, bizi bekleyen iki tuzağın olduğunu ve bu tuzaklara düşmemek gerektiğini söylerim. Biri “indirgemecilik”, diğeri ise “özcülük” tuzağı. Müteveffa Edward Said, çığır açan Şarkiyatçılık eserinde, bu iki zihinsel tembellik ve siyasal koşullanmışlık biçiminin Batılı zihinlerde kendine nasıl yer ettiğini etkileyici bir şekilde anlatır.
Bu iki kavram birbiriyle yakından alakalı olsalar da farklı anlamlara gelirler. İndirgemecilik, bir durumu, vakayı ya da sorunsalı, tek bir belirleyene (tek bir ilke, faktör ya da açıklama modeli) indirgeyerek ele almaktır. Örneğin, bir ülkedeki siyasal görünümü, sadece ekonomik ilişkiler temelinde açıklamak, “ekonomik indirgemecilik” olarak eleştirilebilir. Özcülük ise, bir varlığın değişmez ve ona tüm karakterini veren bir özü olduğunu, o varlığa dair tüm açılımların bu öze atıfla anlaşılabileceğini ifade eder. Özcülük, meselelerin sonsuz bir tekerrür halinde olduğunu varsayar, zira meselelere vücut veren öz, değişmezdir. Örneğin, Doğulu insanın özünde miskin olduğu anlayışı bir tür özcülüktür. Bu anlayışa göre Doğu, hiçbir zaman Batı gibi gelişemeyecektir. Zira tembeldir! Ve bu değişmez.
Dizide yer alan psikiyatrist Levent karakteri ile bir tarikat mensubu olan Sadi Hüdayi karakterinin diyaloğunda pek çok meselenin yanında din-mezhep meselesi de konu olur. Bir yönüyle bu konuşma akıl ve bilimi temsil eden “bilim adamı” psikiyatrist ile gelenek ve dini temsil eden “hoca” arasındadır. Ancak hoca, muhtelif alanlardaki bilgisiyle psikiyatristi ve yanında bulunan profesörün müstehzi arkadaşını şaşırtır. Levent’in arkadaşı alaycı ve tepeden bakan bir tavırla serd ettiği sorularıyla hocayı markaja almaya çalışırken, Levent ise soğukkanlı, bilimin otoritesine yaslanır bir güvenle dinin farklı yorumlanış/yaşanış biçimleri olduğundan hareketle hocanın dini otoritesini sarsmaya çalışır ve ortaya şu diyalog çıkar:
“Levent: Bildiğim kadarıyla tarihte birçok mezhep savaşı da oldu. Hâlâ şu an mesela günümüzde, Türkiye-İran meselesi.
Sadi Hüdayi: İran meselesi çok farklı hocam. Siyaseten baktığımız vakit aslında bu Osmanlı-İran meselesidir.
Arkadaş: Bir dakika, bu Osmanlı’dan önce de vardı, İran’da heterodoks yaklaşım hep olmuştur.”
Elbette bu yazının konusu; mezhepler tarihi ya da hermeneutik değil, Türkiye-İran ilişkilerine dair avami algının ya da Ortadoğu’ya bakışta hakim klişelerin, popüler kültürün tüketim nesnelerinde nasıl neşvünema bulduğu. Bilim adamı ve din adamının İran’a karşı negatif yaklaşımda birleşmesi, İran konusunu takip edenler adına şaşırtıcı değil. İran’ın bir tür toplumsal uzlaşma konusu haline gelmesi, kaba pozitivistlerin “bilim-din dikotomisini” ortadan kaldıracak denli bir kimlik kurucu “öteki” olmasında etkin siyasal dinamikler de bu yazının konusu değil. Ancak aynı konuşmanın bir yerinde geçen “Muta nikahı” konusu, bir zamanlar FETÖ’nün İran meselesi üzerinden kendine alan açmak adına giriştiği operasyonları da akla getirmiyor değil.
Dizide “Türkiye-İran meselesi” ifadesiyle kastedilen ancak açıkça ifade edilmeyen durumun (iki ülke arasında bir savaş olmadığı açık ancak bir başka formda varmış gibi sunuluyor) açıklanması adına “mezhep savaşı” modelinin kullanılması, indirgemeciliğin tipik bir örneğidir. İki ülke arasındaki rekabetin ya da bir nebze gerginliğin kastedildiğini düşünürsek, bu durumu, siyasi mücadele yerine “primitif mezhep savaşı” perspektifiyle ele almak, ilişkilerde asıl belirleyici olan faktörlerin devre dışı bırakılması anlamına gelir. Bu faktörler, ekonomik ilişkiler (bilhassa enerji), güvenlik ilişkileri (sınır güvenliği ve bölgesel güvenlik), bölgesel siyasi rekabet, dış aktörlerin müdahaleleri vs. olarak özetlenebilir. Dış politika karar alıcılarının “mezhepçi” davranmadığını, her iki ülkeyi akademik bir mercekle takip eden uzmanlar bilirler.
Türkiye-İran ilişkilerinin sürekli bir çatışma döngüsünü içerdiği ve bu döngünün tarihin eski zamanlarından bu yana sürdüğü (Sadi Hüdayi’nin Osmanlı ifadesiyle kastettiği) ve bunun değişmeyeceğini söylemek, bu ilişkinin mahiyetine ve taraflarına öz atfetmek, kimlikleri donuk ve kapalı ele almak anlamına gelir. Böylece üretken ve yapıcı bir ilişki tarzı reddedilir. Böylelikle bu meselenin ancak bir tarafın yok olması ile kapanacağı ima edilir. Sonsuz kuşkular ve güvensizlik beslenir. Zira iki tarafın birbiriyle anlaşabilmesi mümkün değildir. Sürekli çatışmaktadırlar.
Siyasi rekabeti, teolojik savaş olarak resmetmenin akademik olarak mahkum edilmesi, bu bakışın doğurduğu tehlikelerin anlaşılmasıyla değer kazanabilir. Bir durum, nasıl tanımlanır ve nasıl hakim bir söylemin parçası haline gelirse, özne pozisyonları da ona göre şekillenecektir. Türkiye ve İran’ı mezhep savaşının tarafları olarak kodlamak, iki tarafı kendi teolojik haklılaştırmalarını takviye etme ve siyaseti de buna göre kodlama dışında bir doğrultuya sevk etmez. İşte o zaman, gerçek bir mezhep savaşı tehlikesiyle karşı karşıya gelme riski ortaya çıkar.
Oryantalistler, bu coğrafyayı, her zaman Avrupa’nın çok eskiden geride bıraktığı mezhep çatışmaları ve kabile savaşları gibi arkaik örüntülerle tanımladılar. Çünkü bu onlara müdahale hakkı ve işledikleri suçlardan arınma fırsatı sağladı. Bölgeyi, primordial bağların belirlediği kan davaları üzerinden tanımlamak, dış aktörler için bulunmaz bir nimetti. Perde arkasında suçlu olarak işaret edilmeden rahatça bölgeyi dizayn ettiler. Bu anlayışın yaygınlık kazanması ve yerel nüfus tarafından içselleştirilmesi, sadece sahada değil zihinler üzerinde kazandıkları hakimiyeti de gözler önüne seriyor. Başta Türkiye olmak üzere bölge ülkelerinin özneleşme süreçlerinin karşısına çıkarılan bu tür zihniyet örüntülerinden arınmadan istikrar ve güvenliğin Ortadoğu’da inşa edilmesi zor görünüyor.