Siyasi partiler, toplumda var olan farklı ayrışmalar üzerinden şekillenir. Siyasi partilerin ortaya çıkışını ele alan çalışmalar ise genellikle sosyoekonomik bölünmelerden dini ve etnik farklılaşmalara, kentsel ve kırsal ayrımlardan mevcut yönetim sisteminin taraftarlığı ya da karşıtlığına, dış politikaya dönük tercihlerden ekonomi politikalarının devletçi veya özel müteşebbis ağırlıklı olmasına kadar farklı değişkenleri dikkate alır. Ancak zamanla siyasetin şekillenmesi, partilerin siyasi alanda var olması, etkinleşmesi ya da miadını doldurması, farklı dinamikler üzerinden de açıklanır. Dünyada siyasi eğilimler, sağ ve sol olarak iki ana işaretleyici üzerinden sınıflandırılsa da siyasi yelpazenin genişliği sadece bu ayrım üzerinden açıklayıcı değildir. Eğer bir değerler şablonu üzerinden bu ayrışma tanımlanacaksa siyasi kültürün pratiği, seçim dönemlerinin konjonktürel konumlanmaları, siyasi sistemin ve seçim sisteminin anayasal ve yasal zorunlulukları, bu ayrışmayı çoğu zaman muğlak hale getirir. Ancak Türk siyasetinde ve toplumundaki değişim ve dönüşüme rağmen, seçmen davranışını çoğunlukla şekillendiren hususlar ve ana akslar, hâlâ belirleyiciliğini korumaktadır.
Örneğin 2023 seçimleri için siyasetin iktidar ve muhalefet bloku üzerinden şekillenmesi, farklı kimliklerdeki partilerin, farklı dünya görüşüşündeki siyasi elitlerin muhalefet blokunda bir araya gelmesini beraberinde getirmişti. Türk modernleşmesinin bir tezahürü olan toplumun yukarıdan aşağıya elitler yoluyla şekillendirilmesi düşüncesi, muhalefet blokunun siyasi aktörlerini de etkilemiş olacak ki, kendilerinin tasarladığı mühendislik siyasetini, seçmenlerin kabulleneceğini varsayarak, CHP’nin öncülüğünde farklı kimliğe sahip partileri bir araya getirmeyi denediler. Sadece masada oturan aktörlerin bile tam anlamıyla ne olduğunu bilmediği fikirleri, “altılı masanın tarihi ve düşünsel arka planı” söylemi üzerinden sağ-sol, muhafazakâr milliyetçi-laik liberal birlikteliği ile bir tür toplum sözleşmesi arayışı şeklinde idealleştirmeye çalıştılar. “Yüzyıllık bir birikim” olarak ortaya konulan bu görüşü dile getirenler, seçim sonrasında ise siyasi hayatlarında en son isteyecekleri şeyin CHP listelerinden aday olmak olduğunu ilan etmekten de geri durmadılar. Dolayısıyla siyasetteki ve toplumdaki dönüşümü yanlış okuyarak, siyasetsizliği bir siyaset tekniği olarak sundular. Aslında bu okuma biçimi; Türkiye siyasetinin birikimini, dinamiklerini ve toplumun temel düşünce dünyasını ve bakış açılarını tam analiz edememenin bir tezahürüydü.
Siyasal Kültürde Devamlıklar ve Kopuşlar
Osmanlı modernleşmesinden itibaren toplum ve seçkinci elitler arasında var olan ayrışma, geçtiğimiz yüzyıl içinde, Türkiye siyasetindeki hakim belirleyici olmuştur. Siyasi ve sosyolojik analizlerde merkez-çevre ayrımı olarak öne çıkan bu bölünme çizgisi, Türkiye’de siyasal partilerin siyaset üretme zeminini ve toplumla kurduğu ilişki biçimini de şekillendirmiştir. Tanzimat’tan itibaren, askeri ve sivil bürokrasinin başını çektiği ve bunlara eklemlenen bazı seçkinci çıkar grupları yani merkezi temsil eden güçler, aynı çizgideki siyasi partileri desteklerken, çevreyi temsil eden daha geleneksel değerlere bağlı, muhafazakâr, mütedeyyin toplum kesimleri ise çoğunlukla sağ siyasetin aynı bloktaki ana taşıyıcısı partiler etrafında kümelenmişlerdir. Dönemsel ve konjonktürel olarak, bu iki ana blok arasında kısmi geçişkenlikler olsa da hâlen kimlikler, seçmen kümelerinin çoğunluğunun davranışının ana belirleyicisidir. Yani, kabaca sağ siyasetin ağırlığı ve belirleyiciliği devam etmektedir.
Bu bağlamda, merkezi güçlerin temsilcisi CHP geleneği iken, çevrenin temsilcisi ise Demokrat Parti ve onun ardılları olmuştur. Tüm cumhuriyet tarihi boyunca bu iki ana blok, iktidar-muhalefet ilişkilerinin de seyrini belirlemiştir.
2000’lerde ise toplumsal dönüşümün tezahürleri açık olarak görülse de CHP hâlâ iktidar olmak bir yana seçmen desteğinde anlamlı bir artışı sağlayamamıştır. Demokratik yollarla iktidara gelemeyen seçkinci çıkar grupları ve bu kesimlerin ittifak yaptıkları vesayetçi yapılar, sağ siyasetin belirleyiciliğini azaltmak için geçmişten bugüne, siyasi alanın bölünmesi ve siyasal yapıların güçsüzlüğüne bel bağlamışlardır. 1960’lardan itibaren, aydınlar ve basın Türk siyasetinin parçalanmasında ve kutuplaşmasında merkezi bir role sahiptir. Dolayısıyla da siyaset bilimcilerinin ekserisinin üzerinde ittifak ettiği husus; Türk siyasetinde temel olan parçalanmışlık ve oynaklık sorununun, aslında siyasi alana farklı yol ve yöntemlerle yapılan müdahalenin bir sonucu olduğu yönündedir.
Türkiye’de siyasi partiler, geçtiğimiz yüzyılın başına kuruldular. Çok partili hayata İkinci Meşrutiyet döneminde geçildi. Erken cumhuriyet döneminde, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası örneğinde olduğu gibi, muhalefet partileşmeye çalışsa da kısa sürede kapatıldılar. Tek parti döneminde, muhalefet partilerine izin verilmediği gibi, 1936’da tek parti olan CHP’nin devletle bütünleştirilmesi yoluna gidildi.
Cumhuriyet döneminde çok partili hayata 1946’da geçildi. Demokratik siyaset ise 14 Mayıs 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi ile başladı. DP’nin ilk iktidar yıllarından itibaren, demokrasinin sınırlandırılmış bir alanda yapılmasını isteyen devlet seçkinleri (sivil ve askeri bürokrasi, akademinin de içinde olduğu eğitimli sınıfın büyük çoğunluğu, devletten beslenen ekonomi sınıfı), siyasetin norm alanını kendi tekellerinde tutmak istediler. Bu kesimler, sivil siyasete karşı askeri darbeleri destekleyerek ve vesayet kurumunun sürekliliğini isteyerek, siyasal partilere karşı güvensizlik mekanizmaları oluşturdular. Bu seçkinci gruplara göre, toplumun uzun vadeli çıkarlarına olacak gelişmeleri, halkın demokratik yollarla seçtiği siyasetçiler ve siyasal partiler değil, ancak kendileri belirleyebilirdi.
Onlara göre, siyasi partiler, “yoldan çıktığında”, askeri darbeler “meşru” olarak devreye sokulabilirdi. Bu bakış açısıyla, söz konusu çıkarcı vesayet grupları, 1960, 1971, 1980, 1997 ve 2007 darbe ve darbe girişimlerini destekleyerek, sorumluluğu halkın oyları ile seçilen partilere yüklediler. Bu demokrasi dışı tutumlarını gerekçelendirmek için de “siyasi partilerin Atatürk’ün ilkelerinden saptığı” argümanının arkasına sığındılar.
“Kusurlu bir demokrasi”yi savunmak için, kendilerinin istemediği siyasi partilere oy veren halkı suçladılar. Karşı oldukları partiler seçilince, “demokrasi sandıktan ibaret değildir” diyerek, halkın tercihlerini değersizleştirdiler. Seçmenlerin çoğunluğunun “cahil halk yığınları olduğunu” söyleyerek, “halkın aydınlanıp belirli bir seviyeye ulaşıncaya kadar” demokrasinin ertelenebileceğini söylemekten geri durmadılar. Türk modernleşmesinin temel özelliği olan üstten ve zorlayıcı niteliği, demokrasinin de üstten belirlenebildiği, halkın da işaret edilen partilere oy vermesi gerektiği düşüncesi, kendini demokrat olarak nitelendiren siyaset bilimcileri tarafından bile savunuldu.
Halkın oy vererek iktidara getirdiği partiler, belirli periyotlarla iktidardan düşürülerek cezalandırıldı, kurumsal yapıları siyasi alandan yasaklandı. Yerlerine kurulanların ise sınırlı ve tanımlanmış dar bir alanda siyaset yapması, iktidara gelmesi durumunda ise sadece yol, kaldırım, köprü, altyapı hizmetleri gibi icraatlar ile ilgilenmeleri istendi. Dış politika, güvenlik, yükseköğretim hatta eğitim ve gençlik politikalarının bile vesayetçilerin kontrolünde olduğu cumhurbaşkanlığı makamı ve onun emrinde olan sivil ve askeri bürokrasi tarafından çerçevesinin oluşturularak, uygulanması zorunlu kılındı.
Demokrasiye geçilmesinden itibaren AK Parti iktidarlarına kadar hiçbir parti, Demokrat Parti’nin darbeyle sonlanan 10 yıllık kesintisiz iktidarının dışında, uzun dönemli iktidarda kalmadı. En fazla iki dönem iktidarını koruyabilenler, ikinci iktidar döneminde oylarını düşürerek yeniden seçilebildiler. 1980’lerin sonundan 2002’ye kadar yapılan tüm seçimlerde sandıktan farklı bir parti birinci çıktı. Siyasi partiler hep lider merkezli olarak varlıklarını sürdürdüler. Siyasi partilerin bu bağlamda kurumsallaşma düzeyleri eksik kaldı. Siyasi elit değişimi ve yönetimini iyi yapamayan liderlerin partileri, sürekli bölünerek kan kaybetti. Yine kurumsallaşamamanın bir sonucu olarak, siyasi partilerin elitlerine yönelik dışardan yapılan müdahaleler, çoğu kez bölünmeleri kolaylaştırdı. AK Parti ve Demokrat Parti haricinde ana partiden ayrılanların hiçbiri, iktidar alternatifi olamadılar. Sadece siyasi alanın parçalı yapısına katkıda bulundular. Siyasetin popülistleşmesine ve değer kaybına hizmet ettiler.
Siyasal Kültürde Yeni Değişkenler
Türkiye’nin yeni yüzyılına girerken, aynı liderle yoluna devam eden ve 21 yıldır iktidarda olan bir AK Parti deneyimi var. AK Parti döneminde ise siyasetin dönüşümünü mümkün kılan birçok faktör var. Bu konuda; toplumun orta sınıflaşması, elit dönüşümünün hızlanması ve dar alana hapsedilen kamuoyunu şekillendirici girdilerin giderek genişlemesi ve çoğullaşması, siyasal sistemin değişmesi, ittifak siyasetinin birkaç seçimdir deneyimlenmesi, kamuoyu gündeminin teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı imkanlarla olumlu ya da olumsuz her türlü tartışmaya vakıf olması, elit siyasetinin partiler ve seçmenler üzerindeki etkisinin zayıflaması, ekonomik sınıfların ve sermayenin dar bir çevrenin kontrolünden çıkması, medyanın ve bürokrasinin dönüşmesi, şehirleşmenin artması gibi birçok başlık sayılabilir.
AK Parti’nin uzun dönemli iktidarı, Türkiye siyasetinde yeni bir olgudur. Yaşadığımız tecrübe, güncel tartışmaların gölgesinde çoğu zaman rasyonel bir zemin üzerinden analiz edilmese de Cumhuriyetin yeni yüzyılı için bir miras oluşturduğunu söylemek mümkündür. AK Parti, toplumsal dönüşüme göre kendi siyasetini güncelleyebilirken, diğer siyasi partileri de bir değişim arayışına zorlamıştır. Örneğin, CHP’nin demokrasiye geçilmesinden bu yana daha uzun aralıklarla gündeme gelen siyaset arayışı, 2000’lerden sonra hızlanmıştır. Siyasetteki değişim arayışı daha kısa periyotlarla güncellenmiştir. Değişim tartışmalarını ise daha çok deneme yanılma yöntemi ve AK Parti’ye göre hizalanarak sürdürmüştür.
Siyasal sistemin değişmesinden itibaren seçimleri yüzde 50+1 ile kazanma zorunluluğu ittifak siyasetini nerdeyse zorunlu hale getirdiği için, ittifak siyasetleri siyasi alanı ve partileri de etkilemiştir. Pazarlık siyaseti ile aktörleşme beklentisi, partilerinde mikro iktidar mücadelesinden sonuç alamayan siyasetçileri yeni parti kurmaya itmiş, siyasi alanda parçalanma hızlanmıştır. Partisini kuranlar, pazarlık siyasetine başvurarak, siyaseti değersizleştirmiş, büyük partiler tabela partilerine göre şekillenmek zorunda kalmışlardır.
Cumhur İttifakı partileri, güçlü liderlerle yönetildiği için ittifak siyasetinin bu partilere vereceği zarar minimize edilebilmiştir. Partilerin siyaset üretimi, kimliksel duruşlar, siyasi elit yönetimi gibi konularda ortaya çıkacak olumsuz durumlar, lider siyaseti sayesinde olumsuz bir sonuç doğurmamıştır. Hatta ittifak siyasetinin imkanları, seçimleri kazanmaya yardımcı olacak şekilde iyi yönetilmiştir. Örneğin, kendi partilerine mesafelenen seçmenlerin oylarının, ittifak içi partilere yönelmesinin imkanı oluşturulmuştur. Bu ittifakın iktidarda olması da ittifak veya parti içinde yaşanabilecek negatif yönlü tartışmaları önlemiştir.
Muhalefette ise ittifak siyaseti, partileri özgün siyaset üretmekten alıkoymuş, partileri siyasetsizleştirmiş, kimliklerini muğlaklaştırmış, kurumsal yapılarını olumsuz etkilemiş, elit içi hizipleşmeleri artırmış ve seçmen aidiyetlerini zayıflatmıştır. Bu olumsuz sonuçlar, genel olarak muhalefete, daha özelde ise ittifak parti ve yöneticilerine yönelik güvensizliği büyütmüştür. Çelişkili söylemler, somutlaştırılamayan politik duruşlar, eğreti duran yaklaşımlar ise inandırıcılık zafiyetine yol açmıştır. Bir örnek vermek gerekirse, seçimden önce farklı toplum kesimlerine yönelik başlatılan helalleşme söylemi, seçimlere kadar bile sürdürülememiş, muhalefeti destekleyen çevreler, seçimden önce iktidar blokunu destekleyen seçmenlere yönelik hesaplaşma öfkesini gizleyememişlerdir. Bu hesaplaşma öfkesi, seçimden sonra destekledikleri parti ve liderlere yönelmiştir.
Siyasetin Geleceğinde İki Önemli Mesele
Cumhuriyetin yeni yüzyılına geçtiğimiz bugünlerde, Türkiye’de siyasetin ve siyasi partilerin geleceğini şekillendirecek iki önemli değişken var. Birincisi, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin aynı seçim sistemi ile devam edip etmeyeceği meselesidir. Mevcut haliyle devam ettiğinde, partiler arasında ittifak nerdeyse bir zorunluk haline geldiğinden, ittifakın yönetilmesi ve sürdürülmesi, özellikle muhalefette olan blok açısından giderek zorlaşacaktır. Seçimi kazanan partiler, nispeten iktidar kullanımından dolayı, ittifakları daha kolay yönetebilirler. Ancak, eğer ittifak partileri güçlü liderlere sahip değilse iktidar ya da muhalefetten bağımsız olarak ittifaklar, siyasi sistemi parçalayıcı ve hatta yozlaştırıcı bir mahiyete dönüşebilir.
İkinci önemli başlık, siyasi partilerin kurumsallaşma meselesidir. Bugün AK Parti ve MHP güçlü liderlere sahip partilerdir. Uzun dönemdir aynı liderlerle yollarına devam etmektedirler. Lider partilerinde, elit değişimi ve yönetimi kolaydır. Partinin bütünlüğünü sağlamak, seçmen-parti aidiyetini devam ettirmek, uzun süreli liderliklerde “seçmen-lider özdeşliği”ne yoğunlaşır. Bu durum, lider sonrası için ancak kurumsallaşma ile herhangi bir büyük soruna yol açmadan aşılabilir. Yine ittifak siyasetinin dinamiğini, uzun soluklu müzakerelere yol açmadan liderler düzeyinde sürdürmek olanaklıdır. Örneğin AK Parti ve MHP’nin ana omurgasını oluşturduğu Cumhur İttifakı’nda, muhalefetin aksine pazarlık siyaseti ya da iktidar paylaşımı gibi sorunlar çıkmamıştır. Yine ülke gündeminde kritik konularda uzlaşma, iki liderin düzenli görüşmeleri ile herhangi bir krize yol açmadan sürdürülmüştür. Bu bağlamda, özellikle AK Parti’nin Türkiye’nin yeni yüzyılında kurumsallaşmasını tamamlayarak yoluna devam etmesi gerekmektedir.
Bir ülkenin siyasi istikrarında, partilerin ve parti sisteminin kurumsallaşması önemlidir. Kurumsallaşma, sürdürülebilir istikrar ile demokrasinin gelişmesi ve yerleşmesini de doğrudan etkiler. Türk demokrasisinin uzun yıllar pekişememesinin önündeki en önemli engellerden biri de siyasi partilerin kurumsallaşarak uzun ömürlü olmamasından kaynaklıdır. Kurumsallaşma, aynı zamanda parti örgütlerinin, örgütsel süreçlerin, siyasal ilişkilerin de yerleşik hale gelmesiyle doğrudan ilişkilidir. Bu durum, demokratik sistemde öngörülebilirliği sağlar. Geleceğe yönelik atılacak adımları ve beklentileri şeffaf hale getirir.