20.yüzyılın bitimine yakın etkisini ve ağırlığını fazlasıyla hissettiren “Bilgi Çağı”na kadar ülkeleri bölgesel ve küresel ölçekte lider kılan stratejik güçler üçgeni ekonomik, askeri ve siyasi güce dayalı bir yapı üzerinden yürümekteydi. Bilgi Çağı ile birlikte bu yapı bir dörtgene dönüştü ve 21. yüzyılda ekonomik-askeri-siyasi bilgi gücüne dayalı yeni bir küresel ekonomi politik rekabet süreci hız kazandı. Türkiye son on beş yıldır yerli-milli bilim ve teknoloji becerisine dayalı bir dönüşüm için savunma, enerji, imalat sanayii ulaştırma, lojistik gibi stratejik sektörlerde yerli-milli yazılım ve donanım imkanlarına dayalı ve “yeni Türkiye”yi inşaya odaklı, kararlı bir süreç yönetiyor. Bu süreç ekonomi alanında ”üretim, yatırım ve istihdam” dostu bir büyüme modeli içerisinde temel hedef olarak Türkiye ekonomisinin küresel GSYH ve küresel ticaretteki payını 2023’te yüzde 1,5’e, 2030’da ise yüzde 1,7-2’ye çıkarmayı önceliklendiriyor. Böyle bir hedefi gerçekleştirmek yerli imkan, kaynak ve beceriye dayalı verimli bir ekonomik sistemi tüm yapı taşlarıyla sağlayarak “sürdürülebilir büyüme ve kalkınma” konseptinde bir “ekonomik gücü” perçinlemeyi gerektirmekte.
Aklıselim her Türk vatandaşı ABD’nin gözümüzün içine baka baka sınırımızda bir terör ordusunu, bir sonraki adımda bir terör devletini kurma girişimini hayret ve kızgınlıkla sorguluyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde Türkiye’nin bekası, ekonomik, siyasi ve askeri bağımsızlığı adına milli ve yerli bir kurumsal sistemi her yönüyle yapılandırarak Misak-ı Milli’ye sahip çıktığımız tarihi bir dönüşümü yürütmekteyiz. Milli irade ve egemenliği ödünsüz perçinleyecek bu süreç ekonominin güvenliği ve güvenliğin ekonomisinden geçiyor. Ekonominin güvenliği ise sürdürülebilir büyüme ve kalkınmadan geçmekte. Bu nedenle 2014’ten bu yana GSYH büyüme performansının her şeyden önemli olduğunu, yeri geldiğinde enflasyonla mücadeleden tartışmasız ölçüde önceliklendirilmesi gereken bir konu olduğunu vurgulamaktayız. TCMB’nin söz konusu önceliklerin ışığında para politikasını büyümenin dinamiklerine destek verecek şekilde kurgulaması ve modellemesi kadar da doğal bir süreç olamaz.
Stratejik Gücün Temeli “Milli-Yerli” Beceri
Türkiye coğrafyasında küresel ekonomi politik sistem yeniden yapılanırken Avrasya’da “oyun kurucu” bir ülke olarak pozisyon almaktadır. Ortalama büyümeyi yüzde 5,5-6 düzeyinde tutabilmek istihdamın korunması ve artırılmasının yanı sıra ekonomi dünyasının hayatını idame ettirmesi, finansman imkanına ulaşması adına da hayati önem taşıyor. Türkiye’nin ihracat amaçlı üretiminin bu sürece katkı sağlamasının yanı sıra yurt içi tüketimi ve kamu harcamalarının da büyüme sürecine destek olması kritik önemde. Ekonominin güvenliği adına merkezi yönetim bütçe açığının GSYH’ye oranını gerekirse yüzde 2 düzeyine çıkarmanın bir gereklilik olduğu iyi anlaşılmalı. Çünkü Türkiye’de ekonomik çarkların döndüğü, üretimin sürdüğü, istihdamın korunduğu ve ekonominin dinamizmi ciddi bir vergi geliri sağladığı müddetçe “ekonominin güvenliği”ni sağlayabiliriz. Taşeron işçilerimizin kadrolaşma sürecini de Kredi Garanti Fonu desteğini de ekonominin güvenliği açısından kritik adımlar olarak okumamız gerekmekte.
Soğuk Savaş döneminin “Anglo-Sakson”, “kapalı devre” ekonomik yaklaşımları ve geçmişte ekonomi kurumlarına yönelik yapılmış, bugün köhnemiş “bağımsızlık” tanımlarıyla ekonominin güvenliğini sağlayamayız. Ekonominin güvenliğini sürdürebilir kılmak güvenliğin ekonomisini de sürdürebilir kılmak demektir. Sürdürülebilir büyümeyle oluşturulan yerli öz kaynağın Türkiye’nin savunma sektöründe “yerlimilli” imkan ve kabiliyetleri artırmak, yerli silah ve mühimmat teknolojilerinde ciddi bir ilerleme kaydetmek için seferber edilmesi hayati bir önem arz etmekte. Türkiye’nin savunma endüstrisini yerli-milli bir yapıya dönüştürmeyi başardıkça, coğrafyamızdaki tüm askeri operasyonları yüzde 70’lere ulaşan “yerli-milli” imkanlarla yürüttükçe, ülkemizin sınırlarını güvenliğe kavuşturdukça, Türkiye’nin Avrasya’daki bölgesel liderlik konumunu da perçinleriz ve ekonomimizin güvenliğini de sağlarız, sağlıyoruz.
2030’a doğru Afro-Asya hinterlandında ve Türkiye’nin sıklet merkezinde olduğu bir coğrafyada 21 trilyon dolarlık bir ek katma değer oluşacak. Türkiye imalat sanayiinin üretimdeki esneklik becerisi, ulaştırma ve lojistikteki profesyonel birikimi, hizmetler sektöründeki profesyonellik kabiliyeti ile söz konusu 21 trilyon dolarlık ek katma değerin en az 1,5 trilyon dolarını kendine çekebilecek bir ekonomi. Ortalama büyüme performansını yüzde 4,8’den yüzde 5,2’ye taşıyan bir Türkiye’nin üretim, istihdam ve finansal sistemde “sürdürülebilirlik” ile oluşacak “ekonominin güvenliği”, ülkenin savunma sektöründeki “yerli-milli” proje ve dönüşüm başarısı için gerekli olan “güvenliğin ekonomisi” adına ekosistemin devamlılığını da sağlayacaktır. Etkin bir “askeri güç” ise Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderlik becerisi ile donatılmış bir “siyasi güç”ün sağladığı kararlılıkla Türkiye’nin Avrasya’daki “ekonomik güç” ve “bilgi gücü”ne dayalı iddiasını da perçinleyecektir.
Avrasya’nın İlacı Güçlü Türkiye
Ellerinden kayıp gitmekte olan dünya ekonomi politiğinde yeniden hakimiyet elde etmeye çalışan kimi ülkeler ve uluslararası yapıların bel bağladıkları konu Avrasya’da istikrarsızlık. Avrasya’daki iş birliği fırsatlarını ve “kapsayıcı” bir kalkınma adına birlikte yürütülecek projeleri önlemenin yolunun bölge ülkeleri arasında gerginlik ve huzursuzluğu artıracak nifak tohumları ekmekten, “laboratuvar” ortamında üretilmiş terör grupları ile bölgeye zerk edilecek istikrarsızlık ve tehditlerden geçtiğini düşünmekteler. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın liderliğinde Türkiye güçlü yapısı ile Avrasya’da iş birliği fırsatlarını gündeme getiriyor. “Birlikten kuvvet doğar” prensibi ile Avrasya ülkelerini beraberce “hak ve adalet” aramaya davet ediyor. “Güçlü olan”ın değil “adaletli olan”, “hak arayan” ve “kapsayıcı olan”ın haklı olduğu yeni bir dünya talep ediyor. Türkiye uzun zamandır Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü (KEİ) ve D8 Gelişen Ülkeler Teşkilatı ile bu konudaki çabalarında, proje becerisinde ne derece samimi ve başarılı olduğunu gösterdi.
Acıdır ki rahmetli Turgut Özal ve Necmettin Erbakan’ın o dönemki çabalarını bizzat kendi içimizdeki bazı aklı evveller “Türkiye kim oluyor ki” diye küçümsediler. Bugün ise on beş yıllık devrimsel dönüşümün Türkiye’yi bölgesinde ve küresel ölçekte getirdiği ekonomi politik güç seviyesi gereken dinamizm yakalandığında öncülük ettiğimiz iş birliği projelerinden nasıl katma değer ve Avrasya’yı “kapsayıcı” bir kalkınma modeli çıkarabileceğimizi işaret ediyor. Unutmayalım KEİ ve D8 kurulurken savaş yerine barış, çatışma yerine diyalog, çifte standart yerine adalet ve kalkınma, üstünlük yerine eşitlik, sömürü yerine paylaşım, baskı ve tahakküm yerine insan hakları, özgürlük ve demokrasinin hakim olması tahayyül edilmişti. Bugün daha yüksek katma değer üreten gelişmekte olan ülkeler karşısında bocalayan bir zamanların “egemen”lerinin, “bir-beraber” iken güçlü, coğrafyasına ilham veren ve “kapsayıcı”, “oyun kurucu” olmasından hiç haz etmedikleri bir Türkiye’nin Avrasya’nın en etkili “ilacı” olduğunu unutmayalım.
Türkiye’nin Bekası Salt “Savunmanın Millileştirilmesi”yle Sınırlı Değil
Bir ülkenin güvenliği hiç kuşkusuz sadece askeri boyutu ile sınırlı değildir. Türkiye’yi kendi coğrafyasında liderliğe taşıyan dört temel gücün ekonomik, siyasi, askeri ve bilgi gücü olduğunu hatırlarsak ülkemizi Avrasya’da liderliğe taşıyan bu dört sacayağının tümüne yönelik bir “güvenlik konsepti”ne ihtiyacımız olduğunu unutmayız. Bu nedenle Türkiye’nin ekonomik gücünü koruyacak güvenlik tedbirleri, reel sektör ve finansal sistemde oluşan ekonomik, üretim, hanehalkı ve şirket verilerinin korunabilmesinden, daha da önemlisi Türkiye sınırları içerisinde saklanabilmesinden geçiyor. Şirketlerin denetimini yerli firmalar yerine yabancı denetim firmalarına bırakmak şirketlerimizin en mahrem verilerinin yurt dışına çıkması anlamına geliyor.
Bu yetmezmiş gibi gerek özel sektör gerekse kamu kuruluşlarımız, bakanlık ve güvenlik birimlerimiz, yönetim süreçlerini dijital ortamda yönetmek adına veri ve yazılım sistemlerini de uluslararası kurumlardan sağlamaktadır. Söz konusu yazılım ve donanımlarda yer aldığı ifade edilen “arka kapılar”dan aktarıldığından endişe duyulan kritik önemdeki verileri korumak adına, dünyanın önde gelen ekonomilerinin tümü yazılım ve donanımlarını “millileştirme”ye özen göstermektedir. Türkiye’nin excel ortamındaki şirket bilgilerinin Arizona’da (ABD), sanayi sektörü bilgilerinin Waldorf’da (Almanya) olması ekonomik güvenlik açısından bir risk oluşturmaktadır. Keza mobil internette de “yerli-milli” yazılım ve uygulamalar bir o kadar önemli. Tüm kayıtları Batılı ülkelerde tutulan uluslararası sosyal medya uygulama ve yazılımları Türk toplumunun sosyo-psikolojik güvenliğinin de risk altında olduğu anlamına gelmekte.
Ülkemizin şirketlerinin ve hanehalkının ekonomik bilgilerini, kişisel verilerini güvenli kılacak; ekonomi, siyaset, güvenlik alanında oluşturduğumuz bilgileri koruyacak, saklayacak bir “yerli-milli” sistem ve siber güvenlik tedbiri artık alenen başladığı ilan edilen İkinci Soğuk Savaş döneminde Türkiye’yi “karar masası”nda daha güçlü kılacaktır.
Türkiye’nin stratejik öneme sahip kuruluşlarının “yerli-milli” yazılım ve donanımlarla desteklenmesi, “yerli-milli” firmalar tarafından denetlenmesi suretiyle mahrem bilgilerin dışarıya sızmasının önlenmesi kritik bir konudur. Kritik önemdeki bir başka risk ise söz konusu stratejik kuruluşlarımızın “halka arz” yoluyla elde etmeyi düşünebilecekleri sermaye desteğinin ilgili kuruluşların yönetimlerine yabancı unsurların dahil olmasına sebep olacağı gerçeği. Bu nedenle Türkiye bir “beka” mücadelesi ortaya koyarken ilgili kuruluşlarımızın sermaye ve yatırım ihtiyacının hazinemiz tarafından “milli” öz kaynakla karşılanması Zeytin Dalı Harekatı’nın ekonomik ayağıdır.