Sosyal Demokrat Parti’li (SPD) Alman Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel 5 Aralık 2017’deki konuşmasında Ortadoğu ve Asya ülkelerinin güçlenmesi sebebiyle ABD’nin Avrupa’yı yalnız bırakmasının çıkarına olmayacağını belirterek AB ve Almanya’nın daha özgüvenli bir şekilde çıkarlarını savunması gerektiğini vurguladı. Partisinin olağan kongresinde SPD lideri Martin Schulz da benzer bir AB vurgusu yaptı. Schulz 2025 yılına kadar “Avrupa Birleşik Devletleri”nin kurulması çağrısında bulundu.
Muhafazakar Alman siyasetinin merkez partilerinden Hristiyan Demokrat Birliği (CDU) temsilcileri SPD’nin bu yaklaşımını reddetmese de kısa vadede mümkün olmadığını belirtti. Diğer taraftan CDU lideri Merkel de Mayıs 2017’de yaptığı bir konuşmada açıkça ABD’den daha bağımsız bir dış politika ihtiyacını işaret etmişti. Merkel, Trump ile birlikte ABD’nin güvenilir bir müttefik olmaktan çıktığını ve “Avrupa’nın kendi kaderini belirlemesi gerektiğini” söylemişti.
Gabriel AB’nin giderek etkisizleştiği ve Almanya’nın dış politikada daha aktif bir rol alması gerektiğine vurgu yapmış, Avrupa’nın doğusunda ortaya çıkan yeni krizlerin bölgeyi istikrarsızlaştırdığını işaret etmişti. Soçi’de Rusya, Türkiye ve İran’ın verdiği fotoğrafın bu ülkelerin sahip oldukları “eski imparatorlukların yükselişi” olarak okunması gerektiğini belirten Gabriel, “Bizden farklı olarak onlar tarihsel azametlerini hem içeride hem dışarıda kullanabiliyorlar” ifadelerini kullanmıştı.
ABD’ye Meydan Okuyan Bir Almanya Mümkün mü?
Türkiye’nin Suriye’deki PKK uzantılı yapıların otonom bölge arayışlarına karşı çıkarlarını koruyabilmek için askeri harekatlardan ya da Beyaz Saray ile ihtilafa girmekten bile çekinmediğinin altını çizen Gabriel, AB ve ABD’nin bu gibi sorunlar karşısında pasif kaldığını vurgulamıştı. Bu bağlamda Gabriel’in en dikkat çeken cümlelerinden biri ise şüphesiz, “Ya kendimizi geliştireceğiz ya da dünya bizi şekillendirecek” öngörüsüdür.
Üç aydan uzun süredir yeni hükümetin kurulamadığı Almanya’da İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana sürdürülen geleneksel dış siyasetten uzaklaşılmasını ve Transatlantik ilişkilerinin dahi sorgulandığı aşamaya gelinmesini nasıl okumak gerekmektedir? Her ne kadar geçici Federal Hükümet ve Dışişleri Bakanlığının söylemlerini uzun vadeli dış siyaset olarak değerlendirmemek gerekirse de Almanya’nın 2014’ten bu yana -dolayısıyla Trump’tan bağımsız olarak- söz konusu yaklaşımı benimsediğini hatırlatmak gerekiyor.
Nitekim Merkel’in Mayıs 2017’de ve SPD’li siyasilerin Aralık 2017’deki çıkışlardan çok önce 2014 Münih Güvenlik Konferansı’nda Cumhurbaşkanı Gauck, dönemin Dışişleri Bakanı Steinmeier ve Savunma Bakanı Ursula Gertrud von der Leyen’in “dünyada daha aktif bir Almanya” çağrısının öne çıktığı açıklamalar hatırlanmalıdır. Böylelikle uzun bir süredir zaten tartışılmakta olan “Almanya’nın ABD’den bağımsız ve daha aktif bir dış politika aktörü olup olamayacağı”nın yanı sıra “imparatorluk geçmişleri” ile birlikte işaret edilen söz konusu üç ülkenin ve bilhassa Türkiye’nin bu bağlamdaki yeri üzerinde durulmaktadır.
Gabriel’in Rusya, İran ve Türkiye Vurgusu Bir Meydan Okuma mı?
Bazı araştırmaların da gösterdiği gibi Alman toplumu Almanya-Fransa önderliğinde AB’nin daha aktif bir konuma evrilmesini desteklese de kilit işleve sahip olabilecek olan Almanya’nın askeri harcamalarını artırması ihtimaline aynı ölçüde destek vermiyor. Dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi olan Almanya’nın bu konudaki geleneksel ve -zorunlu- pasif tutumu, bilhassa SPD’nin dış siyaset yaklaşımını da belirliyor. Ancak 2014’ten bu yana hem CDU/CSU hem de SPD cephesinde bir değişim trendinin benimsendiği gözleniyor. Böylelikle bu eğilim Trump’ın ABD Başkanı seçilmesiyle ortaya koyduğu dış siyaset öncelikleri sebebiyle söylemsel olarak da daha belirgin bir hal almaya başladı.
Diğer taraftan Gabriel’in bu çıkışını Transatlantik ile ilişkilere karşı bir meydan okuma olarak değerlendiren Alman kamuoyu ve medyası Almanya’nın bu konuda tek başına başarılı olamayacağına ve ABD haricinde bir “alternatif”inin bulunmadığını işaret etmektedir. Bu durumda Almanya’nın Rusya, İran ve Türkiye gibi ülkelerin ABD’nin “geri çekildiği” ileri sürülen bölgelerde öne çıkmaya başladıklarını belirtmesi ne anlama gelmektedir?
Alman siyasi elitlerinin ABD’den uzaklaşmaları veya AB’den askeri bir alternatif oluşturmaları kısa vadede mümkün görünmüyor. Almanya ve Fransa’nın olası bir uyum içerisinde hareket etmesinin dahi diğer üyeler tarafından aynı saiklerle kabul görmesi de kesinlik kazanmış değil. Ancak Almanya’nın yeni “arayışlar”a girmesinin gerekçelerinden birinin Büyük Britanya’nın AB’den ayrılmasıyla birlikte BMGK daimi üyesi olan nükleer bir askeri gücün “kaybedilme”sinin olduğunu belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla Almanya’nın AB içinden ABD’ye alternatif teşkil edebilecek bir oluşuma öncülük edebilmesi ve başarıya ulaşması şimdilik mümkün değil. Kaldı ki Almanya da bunun bilincinde olarak ABD ile ilişkileri kısmen revize etme düşüncesiyle bazı provokatif manevralarda bulunmaya çalışıyor. Bunlar arasında ABD’nin güç boşluğu oluşturduğu alanlarda öne çıkan ülkelere somut olarak işaret etmesi geliyor.
“Aktif bir Almanya” Tasavvuru ve Türkiye-Almanya İlişkileri
Türkiye açısından Gabriel’in sözlerinde en dikkat çeken husus Rusya, İran ve Türkiye’nin eski “imparatorluklar”ı bağlamında dile getirilmesidir. Söz konusu açıklamaya yönelik akla gelen gerekçelerden biri ABD “imparatorluğu” liderliğindeki tek kutuplu dünya düzeninin sona ermek üzere olduğunu vurgulamak için bu terimin kullanılmış olmasıdır. Her ne kadar bu söylemin kısmi bir gerçekliğe tekabül etse de Almanya’nın ABD’den gerçek anlamda uzaklaşmayı gündemine alacak bir konumda olmaması ve kısa vadede ABD’den izole olmuş “maceralar”a yönelmesinin ihtimal dahilinde görülmemesi bu olasılığı zayıflatmaktadır. Bu sebeple ilgili söylem ABD’ye “durumun kendisi adına da iç açıcı olmadığı”nı ve bir an önce AB’nin kurumsal anlamdaki gerekli dönüşümüne destek vererek daha güçlü ve gerçekçi bir Batı müttefikliğine dönülmesi çağrısı yapmaktadır.
Bir diğer husus Almanya’nın yakın geçmişte Türkiye’ye karşı rasyonaliteden uzak yaklaşımlarda bulunmuş olmasına rağmen şu sıralar gerçekçi bir dış politika anlayışına dönme sinyalleridir. Bu tercih aslında ABD ve Almanya’daki tarihi Transatlantik birlikteliğine karşı bir mesaj olarak değerlendirilebilir. Geleneksel Transatlantik bakış açısıyla “tehdit unsuru” olarak görülebilen Rusya, İran ve “kontrol edilemeyen bir Türkiye”ye de dikkat çeken Gabriel, aktif bir dış politika anlayışıyla AB ve Almanya’nın –bilhassa iktisadi– çıkarlarını gözeten bir perspektifle söz konusu ülkelerle daha iyi ilişkiler kurulabileceğinin sinyalini vermektedir.
Rusya’ya karşı daha uzlaşmacı ve ekonomik iş birliğini önceleyen bir tavrın benimsenebileceğini işaret eden Gabriel’in İran konusunda da Trump yönetimi ile ayrı görüşte olduğu ve Almanya olarak İran ile varılan mevcut nükleer anlaşmasının devamından yana olunduğu bilinmektedir. Türkiye konusunda gerçekçi bir perspektife yaklaşması beklenen Almanya’nın, Ankara ile asimetrik bir ilişkisinin eşit ortaklığın hedeflendiği bir dış siyaset anlayışına evrilmesi umulmaktadır.
Almanya’nın uluslararası siyaset sahnesinde tek başına hareket edemeyeceğini belirten Gabriel AB ile birlikte hareket etmeleri gerektiğini, Rusya’nın etkili bir komşu olduğunu ve Avrupa’nın güvenliğini ancak Rusya ile iş birliği yaparak sağlayabileceklerini ifade etmektedir. Türkiye’nin ABD güdümünde hareket etmeyen bir NATO ülkesi olarak çıkarlarını merkeze alan bir dış siyaset anlayışını benimsemesi de Almanya tarafından yakından takip edilmektedir.
Dolayısıyla ilerleyen süreçte Almanya’nın Türkiye ile de yakınlaşma gayretinde bulunması ihtimal dahilindedir. Her ne kadar Almanya siyaset ve medyasının Türkiye siyasetini 2019 seçimlerine kadar “etkileme” gayretinde olması muhtemelse de uzun vadede gerçekçi bir zemine dönülmesi kaçınılmazdır. Nitekim Alman Dışişleri Bakanı’nın Rusya’ya yönelik ABD ile uyumlu olmayan yaklaşımı ve Rusya ile gerçekleştirilen “Kuzey Akımı 2” gibi projelerde de görüldüğü üzere ABD’nin ısrarına rağmen Almanya’nın çıkarlarını önceleyerek tavır alması ve Trump’ın İran politikasını kabul etmeyişi Türkiye-Almanya ilişkilerinin gerçekçi bir zemine oturması ihtimalini de kolaylaştırabilir.
Sonuç olarak Almanya’nın ABD’ye bağımlı bir gelecek projeksiyonunda bulunmaması, AB dahili ve haricindeki alternatif arayışlarını güçlendirecektir. AB dahilindeki alternatiflerin kısa vadede oluşmasının şartlarının son derece sınırlı olması sebebiyle Türkiye ile daha gerçekçi ilişkiler kurulmasının da uzun vadedeki tercihler arasında olması muhtemeldir.
Bu yaklaşımın yakın gelecekte gerçekleşmesi mümkün görünmese de Almanya tarafından dikkate alınması gerekmektedir. Nitekim geride bıraktığımız üç-dört yıllık süreçte Türkiye ile ilişkileri olumsuz yönde etkileyen Almanya’nın daha makul bir şekilde Türkiye gerçeğine yönelmesi hem ABD hem de AB etkenlerinin de varlığı sebebiyle göz ardı edilmemelidir. Böylelikle yakın gelecekte yeni hükümetin kurulmasının akabinde Alman dış siyasetinde radikal değişikliklerden ziyade Türkiye-Almanya ilişkilerinin de doğrudan etkileneceği kısmi gelişmeler gündeme gelebilir.