Recep Tayyip Erdoğan yine kazandı. Milletin adamı kazandı. Millet kazandı, Türkiye kazandı. Ülkenin “şahlanış” devri başladı. Esasında biz kazandık. Biz kimiz?
“Biz, 15 Temmuz gecesi çıplak elleriyle tankları durduranlarız, o gece ölümü öldürenleriz. Biz, 15 asırdır ‘Okçular Tepesi’ni bekleyenleriz. Biz, gölgesini üzerimizde hiç eksik etmeyecek o al sancağın bekçileriyiz. Biz, bu toprakları kanlarıyla yoğurarak vatan kılanlarız, şehitler tepesini boş bırakmayanlarız. Biz, Çanakkale ruhunu yeniden canlandırıp vatanı işgalden kurtaranlarız...”
Biz kazandık. Ülkeyi geriye götürmek için çırpınanlar kaybetti. Batı’dan emir alanlar kaybetti. Terör örgütlerinden medet umanlar kaybetti. Türkiye karşıtları kahroldu. Terör örgütleri hayal kırıklığına uğradı. Zira onlar güçlü ve bağımsız bir Türkiye’ye karşılar. Oysaki güçlü ve bağımsız bir Türkiye’ye tam da tarihin bu evresinde ihtiyacımız var.
Keşke krizler olmasa. Keşke savaşlar olmasa. Keşke kavgalar olmasa. Ama var. Çünkü bir bölüşüm kavgası var. Üretmek için değil kavga. Daha fazla tüketmek, daha fazla temellük etmek için.
Bu ortamda güçlü olmaya, iri olmaya, diri olmaya mecburuz. Zayıf düşersek sadece küçülmeyiz, aynı zamanda bölünürüz. Bölünür, fiili sömürüye açık hale geliriz.
Güçlü olduğumuzda ise sadece ülkemize değil, bölgemize ve dünyaya hizmet edebiliriz. Ülkemizin ve bölgemizin imarına katkı sunar, içinde yaşadığımız dünyadaki adaletsizliklerin giderilmesi noktasında söz sahibi oluruz. Zalimin korkusu, mazlumun umudu oluruz.
Bakınız, modern Batı toplumları uzun yıllar şu üç kitlesel sorunla boğuştu. Irkçılık, gelir dağılımındaki adaletsizlikler ve yaygın şiddet olayları. Siyasi ekoller bu üç soruna bakış açılarına göre ayrıldılar. Modern Batı hukuku da kolluk sistemi de ekonomi düzeni de bu sorunları çözmek iddiasıyla mevcut karakterlerini kazandı. Gelgelelim ne ırkçılık ne gelir dağılımındaki adaletsizlik ne de yaygın şiddet olayları modern Batı toplumlarının peşini bırakmadı. Endüstrileşme ve kentleşme süreçleri bu üç sorunu daha da büyüttü ve yaygınlaştırdı.
Batı Terörü Yanlış Yerde Aradı
11 Eylül 2001’de Batı dünyasında etkileri bugüne kadar uzanacak büyük bir kırılma yaşandı. New York’taki İkiz Kuleler’e iki yolcu uçağıyla devasa bir terör saldırısı düzenlendi. Bu saldırıdan sonra ABD başta olmak üzere bütün Batılı ülkeler karşı karşıya kaldıkları öncelikli tehdidin adını terörizm koydular. Siyaset de hukuk da güvenlik güçleri de bu sorunu çözmek için seferber oldu. Terörizm 11 Eylül sonrasında Batı toplumları için yaygın, gündelik hayatın en mikro alanlarına kadar sirayet edebilen bir sorun olarak görülmeye başlandı.
Peki, bu baş belası sorun nasıl tanımlandı? Neye terör denip, neye denmeyeceği, terörizm olgusunun ne menem bir şey olduğu nasıl formüle edildi? Terörizm her şeyden önce “Batı düşmanlarının Batı medeniyetine karşı bir tehdidi” olarak tanımlandı. Bu tanıma paralel bir başka ana akım tanıma göre ise terörizm Batılı ahlaki değerlere yönelik bir saldırı şeklinde formüle edildi. Ve yine terörizm Doğuluların ve Müslümanların modern bir barbarlık türü olarak isimlendirildi.
Bu yönüyle terörizmin Batı dünyasını parçalamaya dönük bir tehdit olduğu tezi yaygın bir şekilde kabul görmeye başladı. Batı’nın birliğinin önündeki en büyük tehdit olarak görülen sözüm ona “Doğulu terörizm”e karşı katı güvenlik politikaları ve sert hukuki düzenlemeler devreye sokuldu.
Ne var ki ne bu politikalar ne de yürürlüğe konan sert hukuki düzenlemeler terörizm sorununu ortadan kaldırmak ve Batı’nın birliğini sağlamak noktasında başarı elde edemedi. Aksine bu politikalar Batı toplumlarının geleneksel olarak varlık gösteren üç meselesini derinleştirdi. Terörizm ve terörizme karşı yürürlüğe konan mücadele yöntemleri ırkçılığı, gelir dağılımındaki adaletsizlikleri ve şiddet olaylarını daha da artırdı.
Batı dünyası 2000 sonrasında bir parçalanma sürecine girdi, ancak bu sözüm ona Doğulu terörizm tehdidi dolayısıyla değil, Batı’nın liderliği konumunu sürdürmekte zorlanan ABD’nin politikaları dolayısıyla oldu. Bundan 15 yıl önce Jürgen Habermas şunu söylerken çok haklıydı: “Batı dünyasını bölen, uluslararası terörizm tehlikesi değil bugünkü ABD hükümetinin uluslararası hukuku görmezden gelen, BM’yi kenara iten ve Avrupa’yla ipleri koparmayı göze alan politikalarıdır.”
Bu süreç küreselleşme söylemiyle örtülmeye çalışılsa da başarılı olamadı. Fakat bu süreçte Batılı aktörler terörizm üzerinden İslam dünyasını kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmek için yoğun bir çaba sarf ettiler. Bunu nasıl yaptılar?
Her şeyden önce kendilerine yönelen terörizm tehdidini kültüralist bir perspektifle okuyup İslam’la ilişkilendirdiler. İslam dünyasına ağır bir fatura çıkarıp önce Afganistan’ı, ardından Irak’ı işgal ettiler. Peşi sıra bölgedeki kurulu düzeni demokrasi promosyonu adı altında tarumar ettiler.
İkincisi terörizm silahını İslam dünyasına yönelttiler. Terör örgütleriyle Müslümanları katlettiler. Irak ve Suriye’de gün yüzüne çıkan El Kaide, DEAŞ gibi terör örgütleri Batı’ya, Batılılara bir zarar vermedi, Müslümanlara zarar verdi. Bu terör örgütlerinin varlığı ve saldırıları dolayısıyla yüzbinlerce masum Müslüman canından, milyonlarcası da yurdundan oldu.
Türkiye Küresel Sorunlara Çözüm Üretiyor
Türkiye de bu süreçten etkilendi. Hem bölgesindeki yangından etkilendi hem de PKK, DEAŞ ve FETÖ gibi terör örgütlerinin saldırılarına maruz kaldı. Ne var ki Batı’nın birliğinin dağılmaya başladığı yıllarda Türkiye geleneksel ve yapısal sorunlarını çözmek noktasında bir imkana kavuştu. 2002 sonrasında Türkiye güçlü bir siyasi liderlik ve istikrarla tanıştı. Türkiye bu imkan sayesinde yoksulluk, dışa bağımlılık, devlet-millet ayrışması ve terör sorunlarına karşı çözüm üretebildi.
Türkiye’nin terörle mücadelesi Batı’nın, ABD’nin aksine birliğini sağlama noktasında büyük bir işlev gördü. Çünkü Türkiye bu mücadeleyi sahici bir biçimde verdi. Terörizm sorununu kültürel bir özcülük içinde değerlendirmedi. Terör örgütlerinin kendisini hedef aldı. Bu mücadelede millet devletine destek oldu. Sonuçta Türkiye’nin terörle mücadelesi ülke birliğinin teminine hizmet etti.
Süreç bununla da kalmadı. Güç kazandıkça terör başta olmak üzere bölgesindeki sorunlara daha fazla eğilme imkanı bulan Türkiye süreç içinde bölgesel bir aktöre dönüştü. Geldiğimiz noktada, bir başka deyişle Türkiye, şahlanış dönemine girdiği bu ortamda artık küresel terörizme ve küresel alanda yaşanan adalet sorunlarına eğilme imkanı buluyor. Türkiye küresel alanda varlık gösterdikçe aynı zamanda Batı dünyasının geleneksel sorunları olan ırkçılığa, gelir dağılımındaki adaletsizliklere ve şiddet olaylarına ilişkin de tutarlı çözüm önerileri sunuyor.
İnsanlığın küresel alanda yaşadığı sorunlara Batı dünyasının çözüm üretme imkan ve kabiliyeti yok. Ne yazık ki modern Batılı özne bugün insanlığın yaşadığı sorunların kaynağı. Türkiye’nin bu imkanı değerlendirmesi çok hayati bir mesele.
İşte bu yüzden Erdoğan, sadece Erdoğan değildir...