Kriter > Siyaset |

Türkiye’de Kültür Sanat Ortamının Dönüşümü


İlginçtir Suna Kıraç, Koç Holding’in en kritik mevkilerinde bulunmasıyla değil sivil toplumculuğu ile öne çıkarılır söz konusu yayınlarda. Dolayısıyla kültüralist ilkeler doğrultusunda yeniden anlamlandırılan şirketlerin tanıtım, yayılma ve iktidar stratejilerinde kullanılan bir araca indirgenen kültür sanat kurumlarına daha dikkatle yaklaşılmalıdır.

Türkiye de Kültür Sanat Ortamının Dönüşümü

Suna Kıraç, yıllara yayılan kültür sanat uğraşının ve çabasının Türkiye’deki en önemli örneklerinden biri kabul edildi. Türkiye’nin ilk iş kadınlarından biri hüviyetiyle yaşadıklarını ve tecrübelerini uzun uzadıya anlattığı kitapların varlığı dikkate alınırsa pek de yanlış sayılmaz bu yaklaşım. Rıdvan Akar’ın hazırladığı kültüralizm tasarımının hasılası Ömrümden Uzun İdeallerim Var” (2006) ile devamı niteliğindeki “İdealler Gerçekleşirken... Suna Kıraç’ın İzinde, 10 Yılın Öyküsü” (2017) adlı kitaplar kültürel iktidarla birlikte iş dünyasının kendi iktidarını da güçlendirmesinin hikayesinden kesitler sunar.

Türkiye'de kültür sanat olgusunu bütün düşünsel boyutuyla beraber ele almak gerekir. Ne var ki dönemleriyle fazlaca çakışan, onunla her noktada mükemmelen buluşan kimselerin bakışlarını bu konular üzerinde tutmayı beceremedikleri de ortadadır. İlginçtir Kıraç, Koç Holding’in en kritik mevkilerinde bulunmasıyla değil sivil toplumculuğu ile öne çıkarılır söz konusu yayınlarda. Dolayısıyla kültüralist ilkeler doğrultusunda yeniden anlamlandırılan şirketlerin tanıtım, yayılma ve iktidar stratejilerinde kullanılan bir araca indirgenen kültür sanat kurumlarına daha dikkatle yaklaşılmalıdır.

 

Kültürde Stratejik Zamanlar

Hiç şüphesiz Suna Kıraç’ın da içinde bulunduğu geniş sermaye çevrelerinin kültür alanına yönelişini, birtakım kurumsal çalışmalara önayak olmalarını anlamak için sadece anlattıklarına değil aynı zamanda 1980’lerden sonraki dönüşümlere dikkat kesilmek de önemlidir. Dünyada Soğuk Savaş’ın bitmesiyle, Türkiye'de neoliberalleşmenin önünü açan 12 Eylül 1980 darbesinin kültürel programının kurumsallaşması birbiriyle kesişir. Artık özel müzeler, bienaller, şirketlerin şemsiyesi altındaki toplantılar/yayınlar/kitaplık ve arşivler, sanatla ilgili sivil toplum kurumlarının pıtrak gibi yayılıvermesi, fuarlar, çağdaş sanat müzayedeleri ve küresel ağlarla kaynaşma sanatın/kültürün varlık ve anlam kazandığı yeni mecralardır. Bu çerçevede düşündükçe, araştırdıkça, darbeyi izleyen dönem enikonu bir kırılma yaşanır. Suna Kıraç’ın BBC’ye verdiği röportajda orduyu “Türk demokrasisinin koruyucu meleği” sayması bir rastlantı değildir.

Türkiye’de sosyal bilimcilerin bile çok geç fark ettiği kültürel alanın yeniden kurulumunu kavramak için biraz da 1960’lardan sonraki birtakım girişimlerin sağladığı hakimiyetin verdiği avantajlara bakılmalıdır. Sadberk (Koç) Hanım’ın Türk-Osmanlı eserlerini toplama merakı, zaman içinde müze kurma hayalinin beslediği bir koleksiyonculuğa dönüşür mesela. Edindiği sanat eserlerini evinin ikinci katında bavullarda saklayan Sadberk Hanım kendisi gibi koleksiyoner arkadaşı Nezihe Araz’la birlikte müze açma fikrini Vehbi Koç’a açtıklarında “Ne yapacaksınız müze açmayı, hayır işleyecekseniz ya hastane açın ya da mektep” cevabını alacaktır ama ilerleyen yıllarda kendisi göremese de arzusu gerçekleşecektir.

Suna Kıraç annesiyle birlikte çıktığı hummalı alışveriş ve pazarlıklar sırasında sıkıntıdan patladıklarını hatırlasa da Kapalıçarşı seferlerinden çok şey öğrendiğini saklamaz. Yıllar sonra “Meğer göz aşinalığı dört çocuğa annemden geçmiş. Hepimiz koleksiyoner olduk. Annem müze hayaliyle bizlere bir çöp vermedi” diyecektir. Bu herhalde çok bilinçli bir seçim ve arkasında da muhakkak sanata bir yaklaşım tarzı yatıyor. Atina’da Antonis Benakis tarafından kurulan Benakis Müzesi'ni gezen ve hayran kalan Sadberk Hanım vefatından önce adının, emeklerinin ve eserlerin böylesi bir müzede yaşatılmasını vasiyet eder. Vehbi Koç bu vasiyeti yerine getirmek için çalışmalara başlar. Gelgelelim yürürlükteki mevzuat böylesi bir düzenleme yapılması için yeterli değildir. Ailenin girişimleriyle özel şahısların da müze kurmasına imkan sağlayan kanun kabul edilir ve Sadberk Hanım Müzesi 14 Ekim 1980’de açılır. Koç grubunun sanat sahnesindeki bu ilk adımı hem Türkiye’deki müzeciliğin tarihi hem de 1990 sonrasında belirginlik kazanan kültür sanat piyasası açısından önemlidir.

Pera Müzesi

Pera Müzesi, 8 Haziran 2005’te, Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın kültür-sanat hizmeti vermek amacıyla kurduğu bir müzedir.

 

Kültür Hayırseverliği ve Geç Kapitalizm

Türkiye'de kültür sanat hayatına damga vuran üretimin kültürel söylem aracılığıyla tecrübe edilmesi denildiğinde akla gelen isimler arasında yer alan Suna Kıraç ve çevresinin “kültür hayırseverliği” evlerindeki kıymetli ve antika eşyaları Sadberk Hanım Müzesi'ne hibe etmeleriyle başlar. Gelgelelim bu figürlerin kültür sanat dünyasının önemli uğrakları ve referans noktaları haline gelmeleri Soğuk Savaş’ın son bulmasını izleyen küreselleşme döneminden bağımsız değildir. Çünkü kültür yoğun döneme girilen ve halen devam eden bu uğrakta toplum, ekonomi, siyaset ve düşünce giderek kültür kavramıyla emildi. Böylece finansın ekonomide egemenliği perçinlendi kültür ticarileşti ve sanat da önemli bir finans aracına dönüştü.

Günümüzde sanatın pratik ve bilişsel işleyişini yöneten kurumsal yapı/işletme zinciri İstanbul’da 1990’larda kurumlaşmaya başladı. Sanat dünyasını bir humma gibi saran müzeler, vakıflar, kültür ve sanat merkezleri ve elbette tüm bunların şemsiye kavramı “çağdaş sanat” Suna Kıraç’ın anlatımının kurucu öğeleri arasında kendine haklı bir yer edinir. Devlet aygıtındaki ve bürokrasideki savrulmaların ötesinde kalıcı bir kültürel zemin oluşturulmuştur. Mesela 1960’larda sanat ve kültür uğraşlarına vakit ayırmayan İnan Kıraç’ın rafine resimler satın alan bir figüre dönüşümü durup dururken vuku bulmaz. Şu satırlar ilerideki teşebbüslerin habercisidir: “Evliliğimizin ilk yılında Mefküre Şerbetçi Hanım'ın açtığı Galeri Ada’da Rasin Ersebük'ün sergisi vardı. Ben ısrarla İnan'ı sergiye gelmesi için zorladım. O da fabrikadan geldi, sergiyi gezdik. Rasin Bey yanımıza geldi, ‘Beğendiniz mi?’ diye sordu. Ben ne kadar beğendiğimi anlatırken, İnan aradan atladı ve ‘İnşallah yakında sizin de serginize geliriz’ deyiverdi. Adam ne olduğunu şaşırdı, ben bozuldum, surat astım. Şimdi olsa aldırmam. İnan'ın resim aşkı o kırdığı pottan sonra başladı. Şimdi rafine resimler satın alıyor. Ben ise İnan'ı değiştirmekten vazgeçtim.”

Kültür sanat hayatıyla kurulan bu ilişki zaman içerisinde yeni şekillere ve anlamlara kavuşur. Her teşebbüs başka bir yapılanmayı, her etkinlik de diğerlerini mümkün kılar. Birçok sanatçının, resmi, heykeli, filmi bu ilişkiler ağıyla dolaşıma soktuğu hatırlanmalıdır. Suna Kıraç’ın ilk göz ağrılarından Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü'nün 18 Mayıs 1996’da kurulmasının ardından kültürel etkinlikler giderek yaygınlaştı. Yıllık konferanslar, paneller, arkeoloji günleri, Arkeolojik Belgesel Film Festivalleri tertiplenmeye başlandı. Zaman içinde enstitünün eski binası ve eski bir Ortodoks yapısı olan Aya Yorgi Kilisesi ise kısa bir teşhir, tanzim çalışmasının ardından Suna-İnan Kıraç Kaleiçi Müzesi adıyla 2000’de kurumun bünyesinde özel müze statüsüyle kapılarını ziyaretçilere açtı. Türkiye'deki sanat camiasını ve düşüncesini etkileyen Kıraç Ailesi koşut olarak İtalya'daki Mediciler gibi Türkiye'de bu enstitüleri veya bilimsel kurumları ilk defa özel sektör eliyle oluşturan ve destekleyen aile diye selamlandı.

İstanbul’da, 1990’lardan sonra özellikle Taksim-Beyoğlu-Karaköy güzergahında “kültür adası” adı altında neşvünema bulan sanatın kültürün ticarileşmesi sürecine dair örnekler mebzul miktardadır. Bunların neler olduğunu kısmen de anlatır Suna Kıraç. Haziran 2005’te açılan ve müzeciliği yeniden tanımlama yarışı içinde kendinden söz ettirmeyi başaran Pera Müzesi mesela. Çünkü müze ve vakıf koleksiyonları Kıraç’ların dünyanın en üst iki yüz koleksiyoncu ailesi arasında yer almasını sağladı. Müzenin sergi salonları, koleksiyonları ve milyonlarca dolarlık tanıtımın başaramayacağı eserleri içinde bulunduğumuz “geç kapitalizm” çağının artık aynı zamanda kültürel bir oluşum olduğu tezini doğrular. Andy Warhol’un 1975'te başka bir bağlamda "Para yapmak sanattır!" demesi ve "En müthiş sanat, ticarettir" diye devam etmesi sebepsiz değildir.

 

Akim Kalan Bir Girişim ve FETÖ

Belki de asıl üzerinde durulması gereken mesele neredeyse bütün enerjisini İstanbul'a yeni ve benzersiz bir kültür merkezi kazandırmak için harcayan İnan Kıraç’ın ruhsat, arazi tahsisi gibi sorunlardan dolayı akim kalan kültür merkezi açma girişimidir. Bu olay sermaye, kültür, tasarım ve diğer ilişkileri kavrama fırsatı sunması bakımından ayrıca önemlidir.

İnan Kıraç, söz konusu yapının projesini Walt Disney Konser Salonu ve Guggenheim Bilbao Müzesi gibi eserleri tasarlayan Mimar Frank Owen Gehry’e önerdiğinde, Gehry teklifi hemen kabul eder. Projeye göre 24 metre yüksekliğindeki 12 bin metrekarelik kültür merkezinin ana yapısında bin 800 kişilik konser salonu yapılacaktır. Yanarak yok olan ve tam da arsa üzerinde bulunan Dram Tiyatrosu’nun eski yerinde, onun özelliklerini taşıyacak ikinci binada ise 500 kişilik tiyatro salonu, sergi salonları, lokanta, kafe, mağazalar ve destek mekanları yer almaktadır. Kıraçların “kent yaşamına katma değer yaratacağını” düşündükleri proje için öngördükleri başlangıç bütçesi 110 milyon dolardır. Mimar Gehry ise sadece konsept tasarımı için 500 bin dolar alacaktı. Elbette Gehry’nin “150 milyon doları gözden çıkarmalısınız.” uyarısını dikkate alan İnan Kıraç önce ne yapılması gerektiğini tüm detaylarına kadar çalışır. Toplamda 137 milyon dolarlık proje için TRT ve belediye yönetimiyle hatta başbakanla bir araya gelir ve merkezin alt yapısını kurgular.

Gelgelelim “İstanbul’a yeni bir boyut kazandırması” umulan bu girişim, siyasetin desteğine rağmen çok ağır ve sıkıntılı ilerler, TRT arazisinin belediyeye akabinde de belli bir bedelle Suna ve İnanç Kıraç Vakfı’na tahsisi esrarengiz bir şekilde gerçekleşmez. Dünya kültür sanat piyasasını yakından bilen Gehry ise arazinin “Böylesi büyük bir yatırım yapacak vakfa bedelsiz verilmesi gerektiğini” söyleyecektir. Eleştiriye ait bölgeyi genişletmeye gayret edenler açısından hakikaten dehşet verici bir çıkmaz. O yıllarda gözünü kendi zamanına dikmeyen çağdaş sanat yazarları bunlara ilişkin dişe dokunur bir şey yazmadı. Oysa burada geçen meblağlar yeni kültür sanat rejiminin 1980 sonrasında giderek yerleştirdiği tarzın en önemli göstergesidir. Asıl üzerinde durulması gerekense, bunu kimin engellediği sorusudur. Kültür merkezinin yapılamama hikayesini anlatan İnan Kıraç 2017’de medyaya da yansıyan açıklamalarında FETÖ elebaşı Fethullah Gülen’i süreci akamete uğratanların başlıca sorumlusu ilan eder. Suna Kıraç’ın gerçekleşen ideallerinin anlatıldığı kitapta bu olaydan “devlete sızmış o bürokratik anlayışın fikriyatı” şeklinde söz edilmesiyle mesele daha da ilginçleşir. Zira hem girişimlerini sekteye uğratanın kim olduğunu bilmekteler hem de 15 Temmuz’daki darbe girişiminden sonra bile ilgili kişiyi açıkça işaret etmekten geri durmaktadırlar.

Kültüre ve sanata sponsor desteği dendiğinde hemen hatırlanan Suna Kıraç, 1980 bilhassa 1990 sonrasında kültür sanatın endüstrileşmesi sürecinde kritik bir role sahiptir. Doğru yere bakılırsa Kıraç’ın oluşumuna katkı sunduğu yapılar ve etkinlikleri sanat sosyolojisi ve kültürel eleştirinin konusu bakımından son derece velut çıkarımların konusu haline getirilebilir. Türkiye’de kültürel hayatın çehresiyle ilgili değişime bakmak için gerekli olansa hem bağlı olunan hem de mesafeli durulan zamanımızla tekil ilişkimizi muhafaza ederek yavaş yavaş biriken eleştirel imkanları sürekli kılmaktır.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası