Dünya siyasi ve ekonomik anlamda kritik tartışmaların ve çatışmaların içinden geçiyor. Donald Trump’ın ABD başkanı olmasıyla hızlanan süreç her geçen gün yeni ağır faturalara gebe. Bir tarafta ekonomi alanında korumacılık ve serbest piyasa ekonomisi tartışmaları sürerken diğer tarafta başta Suriye, Libya, Ukrayna ve Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın Cemal Kaşıkçı cinayetindeki rolü dünya gündemini meşgul ediyor. Öte yandan ABD ile Avrupa arasındaki gerginlik, Ortadoğu’nun siyasi geleceği, İran yaptırımlarının ekonomiye etkileri ve Türkiye’nin küresel dönüşüm içindeki yeri sıcaklığını koruyor. Tüm bu konuların G20 zirvesine yansımasını ve küresel dönüşümü Doç. Dr. Yusuf Özkır’ın moderatörlüğünde Prof. Dr. Kemal İnat, Prof. Dr. Beril Dedeoğlu ve Doç. Dr. Nurullah Gür ile konuştuk.
Moderatör: Yusuf Özkır Fotoğraf: Murat Şengül
G20 zirvesi Arjantin’de yapılıyor. Zirvenin küresel ölçekte ekonomik ve siyasal anlamda nasıl bir etkisi oluyor?
Nurullah Gür: Aslında G20 zirvesinin şöyle bir önemi var. İlk liderler zirvesinin ardından tam on yıl geçti. İlk liderler zirvesi 2008’de Lehman Brothers battıktan sonra gerçekleşmişti. Daha doğrusu G20 aktive edilmişti. Bu kadar büyük bir kriz çıkınca ABD tek başına krizin etkilerini bertaraf edemeyeceğini net bir şekilde gördü. Lehman Brothers battıktan sonra içerisinde Çin’in, AB’nin veya işte Türkiye, Rusya gibi bölgesel güçlerin de olduğu bir platformda acaba ne yapabiliriz diye tartıştılar.
Zamanla krizin etkisi geçip özellikle de 2010’dan sonra ABD ve hakeza Almanya küresel krizin etkilerini daha az hisseder hale geldikçe bu büyük ülkelerin küresel sistem ve ekonomik yönetimde reform yapma istekleri gittikçe azaldı. Tabii 2011 ile birlikte bir taraftan Arap Baharı daha sonra Kırım meselesi, Ukrayna meselesi gibi konular G20 ülkeleri arasındaki uluslararası siyasete dair öncelikleri gittikçe değiştirdi. G20 toplantıları küresel siyasetin daha fazla konuşulduğu, küresel ekonomiye dair meselelerin ise ikinci planda kaldığı bir platform haline geldi.
G20 zirvelerinde bir sapma olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Nurullah Gür: Evet, bir sapma oldu. Bir iktisatçı olarak G20’de daha küresel ekonomik meselelerin tartışılmasını ve buna yönelik çözüm önerilerinin konuşulmasını beklerim. Çünkü bu kadar büyük liderleri ekonomik olarak bir araya getiren tek platform. Yanlış hatırlamıyorsam 2014’te Avustralya Brisbane’de Putin’i o kadar sıkıştırdılar ki Putin “Avustralya ile Rusya arasındaki mesafe çok fazla, ben erken kalkayım” diyerek toplantıyı erken terk etti. Dolayısıyla son yıllarda küresel ekonomik meseleler daha az tartışılır hale geldi. Hatta 2008’de biz politikalar arasında koordinasyon sağlansın derken iş ticaret savaşlarına kaydı.
Şöyle bir sıkıntı var burada, ABD küresel ekonomiden aldığı payı kaybediyor. Gittikçe geriliyor, küresel pastadan daha az pay alıyor. Ama karşısında bunu dengeleyebilecek bir ülke yok. Evet Çin çok hızlı büyüyor yani krizden sonra küresel ekonomiden aldığı payı neredeyse üç kat artırdı ama hala ekonomik, siyasi veya sosyal olarak ABD’nin karşısına geçebilecek bir güç değil. ABD bunu gördüğü için bir taraftan güç kaybetmesinden kaynaklanan bir endişesi var ama diğer taraftan da kendisini dengeleyebilecek bir oyuncu olmadığı için de kararlarını biraz fazla şımarık ve irrasyonel bir şekilde almaya başladı. Tabii Avrupa Birliği’nde (AB) de bu dönemde çok ciddi sıkıntılar meydana geldi. Yunanistan krizi, İspanya ve İtalya’daki meseleler, mülteci meselesi, sonra Brexit derken AB de enerjisini başka alanlara kaydırmak durumunda kaldı. Tabii öbür taraftan sivrilen bölgesel güçler var. Türkiye, Rusya, Brezilya, Güney Afrika gibi ülkeler özellikle 2013 ve 2014’ten sonra her yıl bir siyasi karışıklıkla veya bir seçimle boğuşmak zorunda kaldı. Bu ülkeler çok ciddi spekülatif hareketlere maruz kaldı. Rusya, Brezilya bunun neticesinde 2015 ve 2016’da ekonomik olarak küçüldü. Türkiye’nin 2018’de başına gelenler malum dolayısıyla aktörlerin ekonomik meselelerde bir araya gelip ortak bir karar alması imkansız hale geldi. 2008’de yeşeren umutlar ise şu anda tamamen ortadan kayboldu.
ABD YALNIZ KALABİLİR
Görünen o ki G20’de yine siyasi konular daha fazla gündeme gelecek. Bu anlamda baktığınızda şu anda mevcut küresel sistemin içerisinde tartışmalı alanlar ve konular var; Libya, Suriye, Ukrayna konuları bir yandan sosyal meseleler ve mülteci meselesi… Bu sorunlar bağlamında G20 zirvesinden nasıl bir beklentiniz var?
Beril Dedeoğlu: G20’ye yönelik hocamızın yaptığı açıklama bize gösteriyor ki küresel ekonomik sorunlarla küresel siyasal sorunlar iç içe yani bunlar birbirinden ayrılamaz olduğu için siyasal konular çok tartışılıyor. Birini diğerinden ayırmak mümkün değil. Mesela belli bir bölgede ekonomik istikrarsızlıktan söz edildiği zaman tabii orada siyasal istikrar olmadığı da ekleniyor ve bunlar birbirine bağlanıyor. G20 zirvelerinde uzun zamandır sorun tespitinde ortaklık zemini kayboldu yani çözümden öte sorunların tarif ediliş biçiminde ciddi görüş ayrılıkları ortaya çıktı. Bu hem ekonomik hem de siyasal konularda dünyada en gelişmiş yirmi devletin yan yana gelmesini imkansız kılacak farklılaşmalar ortaya çıkardı.
Bu seferki G20’de ise çok ortak konu olacağının kanaatindeyim. Bir devletin karşısında diğer tarafta on dokuz devletin olacağı kanaatindeyim. Özellikle küreselleşme ve küreselleşme karşıtı eğilimler bağlamında böyle bir yarılma çünkü fiili durumda karşılaştığımız şey bu. Küreselleşme karşıtı tutumdan ne anlıyoruz? Ticaret ve yatırımdan kotaların, engellerin, vergi dilimlerinin yükseltilmesini anlıyoruz. Aynı zamanda siyasal bakımdan da duvarlar örülmesi, toplumlar arası geçişkenliğin engellenmesi, ulusalcı ya da etnosentrik eğilimlerin yükselmesi, öteki düşmanlığının artması üstünden beslenen popülizmin yaygınlaşması gibi bir de siyasi yansımaya sahip oldu.
Küreselleşmenin ve serbest piyasa ekonomisinin zedelendiğine dair yaygın görüşler ortaya çıkmaya başladı. Buna katılıyor musunuz?
Beril Dedeoğlu: Fiilen uygulamalar var. Mesela Rusya’ya yaptırımlar var. Çin’e karşı ABD’nin uyguladığı yöntemlerden bahsediyorum. AB’ye uygulanan kotalar vergiler var; çelikte, gıda ürünlerinde olduğu gibi… Yani ya siyasi sebeplerle ekonomik ambargo ve kısıtlamalar koyuluyor ya da ekonomik sebeplerle birtakım hukuki bariyerler. Bunların sonuçları gayet ekonomik. Finans sistemine müdahale ediliyor. Küresel finans sisteminin her yerde işlemesini engelleyecek bir uygulama yapılıyor. ABD bu işin başını çekiyor, diğer bazı devletler görünmeyen engellerle bunu kendi piyasalarını korumak için uyguluyorlar. Yani Rusya’nın biz küreselleşmeden yanayız ya da Çin’in biz bu tutuma karşıyız demesine rağmen onlar da kendi iç piyasalarını korumak için görünmeyen engeller başlığı altında piyasalarını korumaya zorlanmış oluyorlar. Ekonomik olarak bunun G20’de gündeme gelmemesi mümkün değil.
Bir tarafta Trump diğer tarafta on dokuz devlet olacak. Trump’ın dünya genelinde uygulamaya çalıştığı ekonomi politikalarıyla birlikte siyasetine de tepki göstermeye uygun zemin sağlayacak on dokuz devlet ittifakı söz konusu olabilir ki aralarında ciddi sorunlar olan devletler olmasına rağmen bu ekonomi politikası ABD’nin dışındaki devletlere ortak davranma zemini hazırlayabilir.
İkincisi en gelişmiş ülkelerde ortaya çıkabilecek yeni istikrarsızlıkların dünyanın bütününde çok daha büyük çatışmalara yol açabilecek işaretler olduğu muhtemelen gündeme gelir. Bir ortak karar ilkeler manzumesi buradan çıkmayacaktır. Çünkü bugünkü Amerikan politikası uluslararası antlaşmalara bile karşı çıkma şeklinde, “Amerika hepsinden çıksın, ne işimize yarıyor ki?” gibi bir yaklaşım olduğu için bir ortak karar alınamayacaktır. Tüm katılımcılar açısından ancak kendi aralarından uzlaşma olan devletlerin bazı ilke kararları söz konusu olabilir ki bu da büyük ölçüde uygulanan ambargolar ya da yaptırımlardan nasıl kaçabiliriz şeklinde gerçekleşebilir. Bu konuda özellikle Avrupa ülkelerinin öngördüğü bir takas sistemi var. Muhtemelen bazı devletler aralarında “Acaba Avrupa’nın üstünde çalıştığı takas sistemine biz de dahil olabilir miyiz?” fikrini gündeme getirecekler ya da “Kendimiz farklı bir takas programı yapalım” şeklinde düşünecekler.
SETA Genel Koordinatör Yardımcısı Prof. Dr. Kemal İnat: “Uluslararası politikada terörizmin bütün uluslararası siyasal sistem ve devletler için ciddi bir tehdit olduğu, bütün halklara zarar verdiği açık bir gerçek. Türkiye bu konuda tutarlı olunmasını bekliyor. G20’yı de bu çerçevede kullanacaktır.”
G20’DE BENZEMEZ ÜLKELER BİR ARADA
G20’de refahın daha adil paylaşılması, sosyal problemlerin çözülmesi ve yoksullukla mücadele gibi konularda bir tartışma var. Bu beklenti gerçekçi mi?
Kemal İnat: G20 zirvesinden siyasi sorunlara çözüm bulmak konusunda nasıl çok ümitli olmamamız gerekiyorsa refahın adil paylaşımı konusunda da aslında çok ümitli olmamamız gerekiyor. Çünkü G20 zirvesi birçok benzemez, birbirleriyle sorunlu ülkelerin bir araya geldiği bir platform. Suudi Arabistan, Rusya, Çin, ABD burada... Yani Batılı ülkelerle Doğu ülkelerini, Brezilya’yı, Suudi Arabistan’ı, Hindistan’ı bir araya getiren bir platformdan bahsediyoruz. Bunlar arasında zaten gelir dağılımı adaletsizliğine sadece ekonomik olarak bakmamamız lazım. Aslında Sayın Cumhurbaşkanı’nın “Dünya beşten büyüktür” derken dile getirdiği uluslararası siyasal sistemde bir adaletsizlik söz konusu. Gelir dağılımı adaletsizliği dediğimiz uluslararası siyasal sistemdeki adaletsizliğin aslında ekonomik yansıması. Çünkü ABD başta olmak üzere Avrupa ülkelerinin hem ekonomik hem siyasi açıdan uluslararası siyasal sistemde çok güçlü olduklarını görüyoruz. Yine uluslararası siyasal sistemde buna karşı bir meydan okumanın dünyanın bir bölgesinden geldiğini görüyoruz. O da maalesef Uzak Doğu. İslam ülkeleri ya da Afrika yani güney kuşağı açısından baktığımızda bunların o meydan okumayı gerçekleştiremediğini bir parça görüyoruz. Ekonomik kaynakların dünyadaki paylaşımı açısından baktığımızda en dezavantajlı olan aktörlerin birkaç tanesinin G20 grubuna eklendiğine ama etkili olmadığına tanık oluyoruz. Birleşmiş Milletler’e de bu ülkeler dahil edilmişler ama sistemin çalışmasında en etkili kurum olan Güvenlik Konseyi’nde esameleri okunmuyor. Zaman zaman oraya geçici üye olarak bazıları ekleniyor ama sistemin işleyişine hiçbir şekilde etki edemiyorlar.
ABD ve Batı Avrupa’nın kimlikleriyle özdeşleşen Batı’ya karşı hem uluslararası siyasal sistemdeki o Batı’nın üstünlüğüne karşı hem de uluslararası ekonomik sistemdeki üstünlüğüne karşı bir çekişme söz konusu. G8 diye bir platform vardı. Rusya’nın saldırgan davranışları sonrasında çıkarıldığını ve tekrar G7’ye indirgendiğini görüyoruz. Böyle bir platform varken neden diğerleri dahil edildi? Suudi Arabistan gibi ülkelerden ziyade aslında Çin gibi uluslararası sistemde bir şekilde meydan okuyucu konumundaki aktörlerin dahil edileceği bir platform oluşturma çabası söz konusuydu. Yani diyalogla hem ekonomik hem de siyasal sorunların çözümü amacı söz konusuydu belki ama o benzemez, türdeş olmayan ülkelerden bahsediyoruz. G8’de benzeşen ülkelerin iş birliğinin uluslararası sorunların çözümü konusunda yeterli olmadığını gördüler ve o halkayı genişletme arzusu doğdu.
DOLAR SİLAHINA ÖNLEM ARAYIŞI
G20’ye giderken ABD ve onun karşısında on dokuz ülke var gibi bir tablonun oluşabileceğinden bahsediyoruz. ABD’nin yanında Suudi Arabistan çok sadık bir müttefik olarak her zaman duruyor. Bu bağlamda bir Amerikan karşıtlığı, dolar karşıtlığı ortaya çıkabilir mi?
Nurullah Gür: Tartışılmayan bir konuydu. 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında biraz daha tartışıldı. Şimdi dediğime bağlıyorum, bir taraftan gücünüzü kaybediyorsunuz diğer taraftan da sizin o gücünüzü dengeleyebilecek alternatif bir güç karşınıza çıkmıyor zira ne avro ne de yuan burada doların boşluğunu doldurabilecek bir seviyede değil. Çin, yuanın daha fazla kullanılır olmasını istiyor ama şu anda henüz yuanın bir küresel para birimi haline gelmesi veya doları alt etmesi için çok erken olduğunun bilincindeler. Dolayısıyla agresif bir şekilde hareket etmiyorlar. Bir taraftan da ABD’nin İran yaptırımlarını gördük. Böyle bir karar alındığı zaman veya swift sistemiyle bütün dünyayı tehdit ettiği zaman kendi ulusal çıkarlarınızı koruyamaz hale geliyorsunuz. Alman ve Fransızlar hem şirketler hem de devlet bazında İran’la iş yapmak istiyor ama Washington, Tahran’la iş yapanın canını yakarım dediği zaman devlet nezdinde “Anlaşmayı bozmayalım, biz İran’la ticaret yapmak istiyoruz, İran’a yatırım yapmak istiyoruz” deseler de şirketler aynı görüşte olmuyorlar. Evet onlar da belki İran’la ticaret yapmak için can atıyorlar ama bir taraftan da korkuyorlar. Çünkü bu büyük şirketlerin ABD’de ciddi yatırımları var. Dolayısıyla bir taraftan bu Almanya için çıkmaz sokak, alternatif ne yapılabilir tartışması açıyor ama diğer taraftan da bunu yapabilecek bir altyapısı yok. Dolayısıyla avronun da etkinliğini sınırlıyor.
ABD de aslına bakarsanız doların bu kadar değerli olmasını istemiyor. “Dolar dünyada kullanılsın, gerektiğinde doları bir silah olarak kullanayım ama bu kadar değerli olduğu zaman benim uluslararası ticaretime zarar veriyor” diye düşünüyor. Çünkü bu kadar değerli bir kur içerisinde ihracatınız çok zorlaşıyor. Bir taraftan da ithal ürünler Amerikan vatandaşları için çok cazip bir hale geliyor. Böyle bir çıkmaz var ve bu da çok kısa sürede üstesinden gelinecek bir şey değil. Hakikaten doların hegemonyasının geçmesi çok kısa sürede bitecek bir şey değil. Alternatifler konuşuluyor. Bir taraftan bazı şeyler doların gücünü tırtıklamaya başlıyor: Bitcoin, Blockchain teknolojisi gibi. Diğer taraftan altın gözde bir sistem haline geldi. Biz, İran yaptırımları meselesinde takas usulünü konuşur hale geldik ki takas ticaretin en ilkel biçimidir.
Kriter Dergisi Yayın Koordinatörü Doç. Dr. Yusuf Özkır
AVRUPA ORDUSU TARTIŞMASI TRUMP’A YARAR
Yakın zamana baktığımızda Trump’ın küresel örgütlerin birçoğundan çıkmaya başladığını ya da büyük organizasyonları değersizleştirecek açıklamalarda bulunduğunu görüyoruz. Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yıl dönümü anmalarında Fransa ile alakalı “Eğer biz sizi kurtarmasaydık Paris’te Almanca kursları açılmaya başlamıştı, Almanca öğreniyordunuz” bağlamında sert açıklamalarda bulundu. G20 zirvesi öncesinde de bu zirveyi domine edecek şekilde, Trump’tan popülist bir söylem beklenebilir mi?
Beril Dedeoğlu: Paris’te yapılan Birinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasının kutlanması kadar bana kişisel olarak anlamsız gelen bir şey yok. Çünkü o kutladıkları tarihte bir ateşkes, bir anlaşma yok ortada. Yani savaş bitmiş, yerine yeni bir düzen kurulmamış. İkincisi hadi bu bir görüşme zeminidir, Macron’un uluslararası alanda prestij arayışıdır. Devlet liderleri bir araya geldiler, konuştular. Trump barışa referans olan bir görüşmeden hemen sonra Macron’un açıklaması üzerine böyle bir laf söyledi. Macron “Avrupa ordusunun yeniden kurulması gerekir ve bunun hedefinin sadece Rusya değil aynı zamanda ABD olması lazım” dedi. Hem yüzüncü yılı kutlayıp hem de üstüne bunu söyleyince Trump ilk defa hayatında doğru bir şey söyledi. Bu cümlesiyle Macron Trump’tan daha Trump oldu diyelim. Trump ise aslında senin gerçek düşmanın Almanya’dır hatırlatması yaptı. Beni, seni kurtarmak zorunda bırakma dedi. Buna karşılık Fransa’dan ABD’ye bir başka cevap geldi. Biz de Amerikan iç savaşında size yardım etmiştik denildi. Bu da Amerikan başkanına sen de İngilizlere dikkat et demekti. Bu düzeye gelmiş bir diplomasi ilişkisine tabir bulmakta güçlük çekiyorum.
O zaman G20’den sonra da yeni kırılmalar beklenebilir mi?
Beril Dedeoğlu: Şimdi burada G20’nin muhtemelen Avrupalı ortaklar özellikle Fransa ve Almanya ile ABD arasında Avrupa ordusu meselesi gerginliğinde gerçekleşeceği kanaatindeyim. Bunu tırmandırmak isterse Trump tırmandırır. Doğrusu onun siyasi geleceği açısından çok hoş da bir konu olur. Bu tartışmanın kaybedeni Trump olmaz. Bunun kaybedeni Avrupalılar olur. Avrupalı liderlerin bunu savunmasına uygun bir ortam yok. Yani Birleşik Krallık ayrılmaya uğraşıyor, Birleşik Krallık’sız bir Avrupa ordusu Fransız ve Alman ordusu demektir. Herhalde Polonyalılar sabahlara kadar uykusuz kalırlar, bizim başımıza neler gelecek, aman Allah’ım diyerek. Yanına muhtemelen İtalyanlar katılır, Macarlar dahil olur, Baltık ülkeleri dehşet içinde ABD’nin eyaleti olmak istediklerini açıklarlar ve bu böyle gider. Bu tartışmanın ülkelerde yapıldığı biliniyor, basında da yer alıyor. Avrupa ordusu meselesi Avrupa’da giderek daha çok tartışılmaya başlandı, ABD’de de kamuoyunda tartışılıyor. G20 öncesinde tırmandırılan bir konu olursa kırılmayla başlayacağı aşikar. Avrupa ordusunun Rusya’ya ve ABD’ye karşı olduğu söyleniyor. Bu ABD ile Rusya’yı aynı yere getirir ki Trump ve Putin’in bundan hiç rahatsızlık duymayacağını da tahmin etmek hiç zor olmaz.
Zaten Putin de “Çok kutuplu dünyaya katkı sunar, isabetli olur” şeklinde bir açıklama yaptı. Körün istediği tek göz Allah verdi iki göz demeye çalışıyor. Bu gerilimde Çin için de bir ara buluculuk misyonu oluşabilir ve bu da Trump’ı çok rahatsız edici bir içeriğe sahip olmaz. Avrupalılar da bundan memnuniyet duyabilir. Putin biraz rahatsız olabilir ama az önce söylendiği gibi Çin ile pazarlık imkanını bu yolla sağlayabileceğini düşünür. Eğer Avrupa ordusu meselesini ABD tırmandırırsa yapmaya çalıştığının bu olduğunu söylemek mümkün.
BALTIK ÜLKELERİ NATO’YU İSTİYOR
Türkiye’nin nasıl bir pozisyonu var bu konuda. Avrupa ordusu meselesini Türkiye bağlamında nasıl değerlendirmek gerekir?
Kemal İnat: Avrupa ordusuyla ilgili gazetedeki son yazımın başlığı şöyle: “PESCO ve NATO: Hangisi Daha İleri İş Birliği?” Cevap olarak da sizi şaşırtarak Kalıcı Yapılandırılmış İşbirliği Savunma Anlaşması’nın (PESCO) daha başarılı olduğunu söylüyorum. Tabii PESCO’nun birtakım sorunları var ama neden başarılı olduğunu söylediğimden başlayayım. Aslında PESCO’yu Avrupa güvenlik sağlama politikasının bir ayağı olarak düşünmek lazım. AB çatısı altında Lizbon Anlaşması’nın 42. maddesinde ciddi bir savunma yükümlülüğü söz konusu, bir tür savunma teşkilatına dönüşmüş durumda.
Burada iki örnek üzerinden neden PESCO’nun NATO’ya göre daha başarılı olduğunu söyleyelim. AB çatısı altında baktığımızda PESCO’nun AB’nin üyelerinden birisi olan İspanya’yla ETA terörü karşısında müthiş bir dayanışma gösterdiğini görüyoruz. ETA terörünün sona erdirilmesinde AB’nin özellikle Fransa’nın ve diğer ülkelerin desteği, dayanışması çok etkili oldu. AB müttefikleri sayesinde aslında İspanyollar ETA terörünü sona erdirdiler. Katalonya konusunda yine müthiş bir destek söz konusu. AB’nin değerleri insan hakları, demokrasi, kendi kaderini tayin hakları başka yerlerde sürekli söyledikleri şeyleri hiç konuşmadılar. Katalonya konusunda Madrid’in şiddete dayalı attığı adımlara, gösterilerin sona erdirilmesine ve baskı altına alınmasına destek verdiler.
Peki gelelim diğer ittifaka, NATO’ya. NATO bir güvenlik örgütü ve 90’lardan itibaren de bir numaralı düşmanı aslında terörizm. Daha öncesinde Sovyetler Birliği gibi düşmanlar varken 90’lardan itibaren terör ortak düşman olarak öne çıkmaya başladı. Üyelerinden birisi olan Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı terör sorunları konusunda NATO’nun tavrının ne olduğuna bakalım. PESCO Avrupa güvenlik savunma politikasıyla AB çerçevesinde diğer üye ülkelerin İspanya’ya ETA karşısında verdikleri desteği NATO çerçevesinde İttifak üyeleri Türkiye’ye veriyorlar mı? Tam tersi FETÖ’nün açık bir şekilde bu ülkelerce desteklendiğini görüyoruz. YPG’nin aynı şekilde ABD tarafından açıkça desteklendiğini görüyoruz. YPG eşittir PKK. Türkiye’ye vermeleri gereken desteği aslında düşmana veriyorlar. Buradan yola çıkarak PESCO’nun bir savunma mekanizması olarak NATO’dan çok daha başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Tabii PESCO’nun aslında ileride neden başarılı olmayacağını da o yazıda açıklıyorum. Çünkü 1952’ye gittiğimizde aslında NATO’nun kuruluşundan üç yıl sonra Avrupa Savunma Topluluğu PESCO’nun çok daha ileri ulus üstü bir savunma birliği oluşturma anlaşması söz konusu. Bu anlaşma yürümedi, o anlaşma neden yürümediyse PESCO da o yüzden yürümeyecek aslında.
Neden yürümedi? Çünkü egemenlikleri konusunda AB üyeleri arasında sorunlar var. Yani bazı AB üyeleri Atlantikçiler, geçmişte lideri İngiltere idi, şimdi İngiltere ayrılıyor ama geride Danimarka, Çekya, Polonya, Macaristan ve Baltık Cumhuriyetleri gibi bir sürü devlet var. Böyle bir şeye razı olmayacaklardır. Neden razı olmayacaklardır? Çünkü Almanya ve Fransa ile olmaktansa güvenlik alanlarında ABD’yle olmayı tercih ediyorlar. Haklılar da çünkü Rusya karşısında ABD’nin kendilerini savunacaklarını düşünüyorlar. Mesela Macaristan’a bakalım. Danimarka ortak paranın da dışında kaldı. Bunlar hükümetler arası NATO yerine ulus üstü karaktere de sahip olan AB çatısı altında bir güvenlik iş birliğini tercih etmezler. Çünkü egemenliklerine çok düşkünler. AB çatısı altında egemenlik devri de gerekecektir ilerleyen aşamalarda. Ama NATO’da egemenlik devri söz konusu değil. Yani bir şekilde istemedikleri kararları bloke edebilme şansına sahipler.
Cumhurbaşkanlığı Güvenlik ve Dış Politikalar Kurulu Üyesi Prof. Dr. Beril Dedeoğlu: “Birleşik Krallık’sız bir Avrupa ordusu Fransız ve Alman ordusu demektir. Herhalde Polonyalılar sabahlara kadar uykusuz kalırlar, bizim başımıza neler gelecek, aman Allah’ım diyerek."
ABD İLE PAZARLIK İMKANIMIZ VAR
Kuşkusuz G20 zirvesine damga vuracak tartışmalardan birisi de İran yaptırımları. Bu yaptırımların küresel yansımaları ve Türkiye’ye etkisi nasıl olur?
Nurullah Gür: Trump İran’dan da Kuzey Kore’dekine benzer bir küçük zafer çıkarmak istiyor ama Kuzey Kore’deki kadar başarılı olabilir mi, zannetmiyorum. Yani İran yaptırımlarla mücadele etme konusuna ciddi manada alışık. Dolayısıyla İran’ı kolay kolay dize getirebileceğini düşünmüyorum. Ama aynı zamanda İran’da büyük bir ekonomik sıkıntının oluşabileceği, işsizliğin artabileceği, ekonominin daralabileceği anlamına da geliyor. Avrupa hem petrol hem doğal gaz için İran’la ticaret yapmak istiyor. Ama görünen o ki ABD bir süre kendi para birimini ve swifti İran’la olan ticarette kullandırmayacak. Dolayısıyla altı aylık bir geçiş kartı kazandık ama Türkiye şu anda alternatif arayışlarına girmek durumunda. Türkiye’nin bu konuda AB ile ortak hareket etmesi kendi çıkarlarına uygun gibi görünüyor.
Petrol tarafına gelecek olursak, Türkiye Obama zamanında yaptırımlar devrede değilken toplam petrol ithalatının yüzde 40’ını İran’dan gerçekleştiriyordu. Ama 2012’de Obama döneminde yaptırımlar devreye girince yüzde 30’a kadar düşürdü. Yaptırımların devre dışı kalmasıyla bu oran tekrar yüzde 50’lere doğru geçiş yaşadı. Şimdi ne yapabiliriz? Kısa vadede tekrardan yüzde 40’lara çekebiliriz. Yüzde 10’luk marjı var. Çünkü petrolde alternatif kaynaklarımız var.
Doğal gaza gelecek olursak, Türkiye doğal gaz tedarik kaynaklarını çeşitlendirme açısından son yıllarda ciddi adımlar attı. Rusya ve Azerbaycan’la ilişkileri güçlendirdi. Katar’dan hatta ABD’den LNG formatında doğal gaz ithal ediyor. Ama bir anda İran gibi sınır komşusundan petrolü ben almıyorum, yaptırımlar varsa ben bundan vazgeçiyorum diyemez. Yapılan anlaşmalar var ve ayrıca sınır komşumuzda böyle bir kaynak varken bunu kullanmamak çok maliyetli bir karar. Dolayısıyla doğal gazda petroldeki kadar hareket alanımız olmayabilir. Ama bir taraftan da kaldıraç ya da pazarlık gücü olarak kullanabileceğimiz şeyler de yok değil. Mesela biz 2016’dan 2017’ye geçerken ABD’den ithal ettiğimiz LNG’yi tam üç kat artırmışız. Dolayısıyla belki ABD’yle pazarlık ederek ben senden daha fazla LNG alabilirim diyebiliriz. Trump tüccar zihniyetiyle hareket ettiği için bunu sever.
Trump İran karşısında ne kadar baskı uygulayabilir bu da bir soru işareti. ABD’de petrol fiyatları çok yakından takip edilir ve seçmen davranışlarını etkileyen bir faktördür. Amerikalılar ucuz petrolü sever ve başkanları da Amerikan halkına ucuz petrolü sunmak için elinden geleni yapar. Trump 2020’ye petrol fiyatlarının arttığı bir ortamda girmek ister mi? İstemez. Dolayısıyla Türkiye’ye veya İran’dan petrol ihraç eden diğer ülkelere siz muafsınız diyebilir. Altı ay muafiyet verdi, altı ay ya da bir yıl daha uzatabilir. Çünkü eğer bu muafiyeti elde eden sekiz ülkeyi çok fazla sıkıştırırsa bu ülkeler de alternatiflere yönelecekler. Alternatiflere yöneldikleri zaman da otomatik olarak arz-talep dengesizliği meydana gelecek ve petrol fiyatları artacaktır.
TÜRKİYE’NİN DENGE POLİTİKASI
Türkiye’nin dış politikası bağlamında Rusya ve ABD ile denge politikası güdüldüğünü görüyoruz. Türkiye’nin mevcut durumunu G20 zirvesi bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?
Beril Dedeoğlu: En önemlisi denge politikası meselesi. Örneğin Rusya’dan alınan doğal gazın Avrupa’ya aktarımı, Avrupa’nın çeşitli ve farklı ülkelerine dağıtımı. Bu doğrudan Rusya’yla Türkiye arasındaki enerji ihtiyacına ya da enerji ilişkisine karşılık gelmiyor. Hatların devrede tutulmasıyla ilgili bir sürece karşılık geliyor. Türkiye’nin çantasındaki dosyalardan bir tanesi Rusya-Batı ilişkilerinin dengeleyicisi olmak. Batı derken ABD’yi de kastetmek mümkün.
İkincisi ABD-Rusya ilişkisinde de dengeleyici. Çünkü Suriye’de Türkiye her iki devletle de çalışıyor. Her iki devletle de hem iş birliği yapıyor hem de anlaşmazlık içinde olduğu bir dizi konu var. Kamuoyu önünde genelde ABD’yle düştüğümüz anlaşmazlıkları görüyoruz ama Türkiye Rusya’yla da her konuda anlaşma içinde değil olması da beklenmemeli zaten. Buradaki en avantajlı durum Türkiye’nin hem Rusya hem de ABD’yle birlikte Suriye’de çalışılıyor olması.
Üçüncü konu ise İran-Suudi Arabistan dengesinde dengeleyici olmasına yol açabilecek koşulların ortaya çıkmasıyla ilgili. Bu maalesef Cemal Kaşıkçı cinayetiyle kazanılmış avantajmış gibi gözüküyor. Cinayetin İstanbul’da işlenmiş olması Türkiye’ye cinayetin deşifre edilmesi konusunda bir zemin sağladı ama sorunun kaynağı Türk-Suudi ilişkileri değil. Anladığımız kadarıyla Suudi Arabistan’da Veliaht Prense siyasi iktidarları el vermiş. Yani onu kızağa çekmemiş. Aslında dünya kamuoyunun gözü önünde cinayetten sorumlu tutulan kişi ama hala Suudi Arabistan adına G20’de bulunabiliyor. Öte yandan gerek ABD gerekse başka ülkelerle olan ilişkilerinde Suudi Arabistan’ın Veliaht Prensi muhatap alınacaksa diğer ülkelerin Riyad yönetimi üzerindeki yaptırım gücü artmış demektir. Buradaki sorun şu, Suudi Arabistan İran’ı dengelediği için bu kadar desteklenmişti. İran’a yaptırımlar gerileyecekse onun gerilediği alanın da Suudi Arabistan tarafından kaplanması arzu edilmemiş demektir. O zaman Suudi Arabistan-İran dengesinin dengeleyicisine ihtiyaç var. Bu ne Rusya olabilir ne de ABD olabilir. Çünkü ABD Suudi yönetiminin yanında, Rusya da İran yönetiminin yanında. Tarafları çok açık. Bu durumda her iki tarafa da eşit mesafede bulunan, benzer şekilde ilişkileri olan ama aynı zamanda da anlaşmazlıkları olan devletlerin dengeleyici olma imkanı artar.
Benim tahminimce Türkiye’nin çantasındaki en önemli dosyaların çıktısı açısından baktığımızdaki en temel değişken gerçekten bu dengeleyiciliğe dönebilme imkanını sunması. Hatırlarsanız Türkiye anlaşmazlıkları çözen ülke pozisyonundaydı. Gerek Suriye-İsrail meselesi gerekse Filistin-İsrail meselesinde ve bu konuda gayet başarılı giderken Türkiye’nin ara buluculuğu sabote edilmişti. Bugün dünya koşulları aslında bu rolün yeniden kazanılmasına imkan veren bir zemin sağlıyor. Türkiye G20’de bunun gücüyle diğer devlet liderleriyle ve onların ekipleriyle görüşecektir.
SETA Ekonomi Araştırmaları Direktörü Doç. Dr. Nurullah Gür: “ABD de aslına bakarsanız doların bu kadar değerli olmasını istemiyor. Çünkü bu kadar değerli bir kur içerisinde ihracatınız çok zorlaşıyor. Bir taraftan da ithal ürünler Amerikan vatandaşları için çok cazip bir hale geliyor.”
TÜRKİYE TERÖRÜ GÜNDEME GETİRECEK
Türkiye’nin ajandasında FETÖ, DEAŞ, PYD ve PKK gibi terör örgütleriyle mücadele başlıkları öne çıkacaktır. Türkiye’nin beklentilerine bir cevap çıkabilir mi?
Kemal İnat: Terör meselesi gündeme gelecektir. Gerçekten uzun zamandır “Batılı müttefiklerimiz”e yönelik şikayetlerimiz söz konusu. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı güvenlik problemleri konusunda, terör örgütlerinin Türkiye’ye yönelik faaliyetleri konusunda müttefikliğin gereği gibi davranmadıklarını biliyoruz. Aslında bizimle müttefik olmaları da gerekmiyor. Uluslararası politikada terörizmin bütün uluslararası siyasal sistem ve devletler için ciddi bir tehdit olduğu, bütün halklara zarar verdiği açık bir gerçek. Türkiye bu konuda tutarlı olmalarını bekliyor. Bu platformu da bu çerçevede kullanacaktır.
Tutarlı davranmalarını beklediği müttefiklerimize de Çin Halk Cumhuriyeti gibi Rusya gibi aktörlere de bunu söyleyecektir. Çünkü onlar da bu konuda samimi değiller. Çin Halk Cumhuriyeti’nin de başta Uygurlar olmak üzere Suriye’deki terör faaliyetlerinden şikayetleri söz konusu. Aynı dayanışmayı Türkiye gibi terörün doğrudan hedefi olan ülkelerle göstermesi gerekiyor. Moskova ile Ankara’nın birbirine yakınlaşmış olması Rusya’yla sorun yaşamadığımız anlamına gelmiyor. Hatta tam tersine ironik bir durum da söz konusu. Batılılara haklı olarak PKK konusunda ağır suçlamalar getiriyoruz ama Suriye’de çok yakın ilişki içinde olduğumuz Rusya’nın PKK’yı hala terör örgütü olarak tanımadığının da altını çizmek gerekiyor. Diğer taraftan Rusya FETÖ konusunda Türkiye ile uyum içerisinde. Rusya’nın nüfus sahibi olduğu Orta Asya’da da Türkiye’ye bu konuda destek verdiğini söyleyebiliriz. Batılı ülkeler PKK’yı terör örgütü olarak tanıyorlar ama buna rağmen PKK ve türevlerinin ülkelerinde faaliyet göstermelerine müsaade ediyorlar. ABD ise belki kendi ülkesinde çok olmasa bile YPG’ye doğrudan destek vererek Türkiye’yi çok rahatsız ediyor. PYD konusunda ise çok daha rahatsız edici tutum içerisindeler.