Yirmi birinci asır, insanlığa eski kalıplarından sıyrılmayı, belki kadim öğretileri yeni formlarla düşünerek yaşamayı öğreten bir asır. Öncekilerin ardından gelen diğer asırlar gibi. Fakat bu kez süreç oldukça hızlı, değişken ve akışkan. Bireyler, bu sahnede kendilerini yeni sınama ve dönüşümlere adapte edebildikleri kadar varlar. Toplumlar da böyle, devletler de.
Dünya, Kırılmalar Silsilesinde Yeni Boyutu Yaşadı
Yakın siyasi tarih, dünya toplumları ve devletleri açısından birkaç büyük kırılmaya sahne oldu. Bunlardan ilki, imparatorlukların dağılıp yerlerini birer birer modern ulus-devlet yapılarına bıraktıkları dönemdi. Yani içeride -olabildiğince- homojen bir uluslaşma süreci, dışarıda da bu ulusların yapılaştığı devletlerin uluslararası siyasetin merkezi birimi olarak öne çıkması olarak tanımlanabilecek 19. yüzyıl sonu dünya siyasası. Fransız devriminin ideolojik ve fikri etkisi altında geçen on yıllar da denebilir. Bu ise şaşırtıcı olmayan şekilde büyük yapısal kırılma ve dönüşümlerin işaret fişeğiydi. Ekonomi politik ve sosyolojik devinimlerin neden olduğu iki dünya savaşı, bu zemin üzerinden yükseldi.
İkinci önemli kırılma, tarihin bize hep öğretmiş olduğu gibi fiili yeni durumların galipler tarafından yazılarak, dünyadaki yeni siyasi, iktisadi ve toplumsal mimarinin kendisi üzerinden yükseldiği Soğuk Savaş siyasasına geçişimizdi. Burada arasına kalın hatlar çekilen sadece devletler arası siyasi-askeri-iktisadi ilişkiler üzerinden yükselen bloklar değil, belki daha çok fikri, entelektüel, kimliksel ve nihayet toplumsal geçişkenliklerdi. Soğuk Savaş siyasası esasen en çok buydu. Tahayyülleri bu doğrultuda şekillendirerek, çok daha temele inen, etkileri uzun vadeli süregelen “düalist düşünme metodolojisi” oluşturup, birçok insanın zihin haritasına büyük hasar bırakarak gitti Soğuk Savaş.
Üçüncü büyük kırılma, bireylerin, toplumların ve devletlerin hem kendi içlerinde hem de birbirleriyle yeni bir düşünme ilişkisine girecekleri ortamın kapılarını açacağı öngörülen Soğuk Savaş sonrası dönemdi. Burada yeni fikri ve entelektüel zeminler açılacak, küreselleşmenin meyvelerini dünya ulusları artan geçişkenlikler dolayısıyla çok taraflı kazanıma dönüştürecek, Kant’ın o hep hayalini kurduğu daimi barış artık gelecek, geçmişin bütün kötü tortularından kurtularak, devletler ve toplumlar kendilerine yepyeni hikayeler yazabilecekti. Batı dünyası kendi içerisinde bu zemine yaklaşan pek çok emareye sahne oldu belki bu dönemde; fakat dünyanın farklı eksenleri için ortaya çıkan manzara, Soğuk Savaş galiplerinin tasarımını yaptığı ve yeni karşıtlıklar üzerinden yükselen bir neohegemonik düzendi. Nitekim bunun somut haller alarak, karşımıza çıkması çok da zaman almadı. Önce Bosna, ardından Cezayir, Filistin, Kosova ve nihayet 11 Eylül ile küresel sıkıyönetim düzeninin gelişini hep birlikte yaşadık. Ve ardından 2010’da bir silsile halinde başlayarak domino etkisi meydana getiren Arap Ayaklanmaları ile bu sürecin de yeni bir safhasına geçmiş olduk. Fakat Batı dünyası ya da Soğuk Savaş sonrası ilk dönem yeni yeni yapılan isimlendirme ile Transatlantik hat, bu fotoğrafın hep daha konsolide, daha istikrarlı ve iç geçişkenliği daha yüksek tarafını resmediyordu.
Dünya şimdi yeni bir büyük kırılmanın eşiğinde. Sosyal teorinin ve dünya tarihinin bize öğrettiği fiili gerçekte, dünyada büyük kırılmalar için gerekli hususların -ya bir büyük salgın ya bir büyük savaş ya da bir büyük iktisadi kriz- hemen tamamına sadece son üç yılda sahip olduğumuz gerçeği ile baş başayız. Bu ise siyasi, iktisadi, ticari, askeri yeniden yapılanmadaki etkilerinin yanı sıra fikri, entelektüel, kültürel ve toplumsal tahayyüllerimizde de dönüştürücü etkiler doğuracak. Buna nasıl ve ne şekilde mukabelede bulunulacağı ise ilgili toplumların ve devletlerin bundan sonraki alanını, imkanlarını ve gelecek ufkunu belirleyecek.
Türkiye söz konusu üç büyük kırılmayı değerlendiremedi. Gerek koşullar gerek yapılan tercihler gerek tahayyül ve tasavvurlarda problemler ve anakronik yaklaşımlar gerek perspektiflere içkin yapısal-kök arızalar gerekse bunların tamamının neticesi olarak zihniyetler, kurumsallaşma biçimleri, uygulama ve pratiklerin bizi taşıdığı total bir sonuç bu.
Türkiye Kırılmasından Türkiye Yüzyılı Başlığına Giden Yol
Şimdi yeni bir döneme uyanıyoruz. Bu kez koşullar da farkındalık düzeyimiz de bunun içini doldurabilecek imkan ve zemin de çok daha vaatkar, çok daha reel. Burada kritik öneme sahip olan nokta, bundan sonraki atılımların, yeni inşaların ve bir bütün olarak gelecek projeksiyonunun, kendisi üzerinden yükseleceği sağlıklı bir toplumsal tahayyülün inşası, sürekliliği ve üreteceği pozitif çıktılar olacak. Üç temel başlıkta toplayacak olursak bu, i) toplumsal iç konsolidasyonun ii) sağlıklı bir devlet-millet ilişkisinin iii) olgun siyasal ve demokratik kurumsallaşmanın tahkim edilmesi noktasındaki gereksinimi ortaya koyuyor. Bir diğer deyişle Türkiye, yüzyılını inşa ederken, geleceği bir “Türkiye Yüzyılı” olarak gören vizyonunun altını, toplumsal-siyasal zeminde bu üç temel başlık örüntüsü etrafında şekillendirerek doldurmak durumunda.
Özellikle ilk ivmesini ve kırıcı etkisini Özal döneminde gördüğümüz yapısal-paradigmal dönüşüm ve bunun zihniyetlere, kurumsallaşma biçimlerine ve uygulamalara olan pozitif etkisi, AK Parti döneminde derinleştirildi ve tahkim edilme yolunda ciddi mesafe katedildi. Söz konusu dönemlerde, toplumsal tahayyüle içkin sayılan üç temel başlığın üçüne de kırıcı ve dönüştürücü etkilerde bulunuldu. Burada ise hem Özal döneminde hem AK Parti döneminin tamamında toplumsal tahayyüle ilişkin bakış, iki temel yaklaşım çerçevesinde belirleniyordu: Siyasal-kimliksel-kültürel çoğulculuk yaklaşımı ve politik ekonomi yaklaşımı. Türkiye Yüzyılı, esasen var olan bu zeminin, çok daha sağlam şekilde tahkim edilmesini inşa edecek bir toplumsal vizyon ve tahayyüle işaret eden bir kavram. Hem zihniyetlerin hem kurumsallaşma biçiminin hem de uygulamaların bu doğrultuda derinleştirilmesi ve biçimlendirilmesi, bu yönüyle, bu vizyondan beklenen ana çıktı.
Weber başta olmak üzere birçok teorisyenin ifade ettiği üzere modern devlet; ülkenin toprak bütünlüğünü koruma ve güvenliğini sağlama, meşruiyeti ve hukukun üstünlüğünü sağlayarak güvenceye alma, temel refah işlev ve hizmetlerini (eğitim, sağlık, ekonomi, iş piyasası, kamusal altyapı yatırımları vd.) yerine getirme kapasitesi olarak üç temel işlev ile anılan bir organizmadır. Literatürdeki “başarılı” ya da “başarısız devlet” sınıflandırmasına da buna göre tabi tutulur. Bu sınıflandırma ölçütünde ise “devlet kapasitesi” önemli ve başat kavramdır. Fukuyama, Mann ve Migdal gibi sosyal bilimcilerin tasnifinde bu kavramı ifade eden hususlar; i) toplumun tüm kesimleri için bağlayıcı politikaların oluşturulma ve uygulanma yeteneği, ii) toplumun gündelik yaşamına fiilen pozitif etki edebilme yeteneği, iii) siyasal kurumlar arasında koordinasyon üreterek pozitif kamusal çıktılar ve hizmetler sağlama yeteneği, iv) kamusal yararı toplumsal aktörlerle eş güdümlenerek üretme yeteneği, v) siyasal, iktisadi ve toplumsal değişimlere mukabele ederek etkin ve hızlı çözüm sunabilme yeteneği, vi) kamu hizmetlerine erişimi toplumun tüm kesim ve katmanlarına eşit, açık ve şeffaf biçimde sağlama yeteneği, vii) kamu personel sistemini çoğulcu zeminden üreyerek toplumun tümüne dönük olarak yapılandırma yeteneği olarak toplanır.
Bu ise bir yandan idari kapasitesi yüksek bir devlet yapılanmasını resmederken, öte yandan farklı etnik, ideolojik, dini, mezhepsel kesimlerin kendilerini devlete entegre ve ait hissetmelerinin önünü açacak konsolide devlet yapısına işaret eder. Bu yönüyle bir devletin güçlülük düzeyi, nüfuz, kimlik, meşruiyet, katılım, dağıtım gibi asli unsurlar üzerinden belirlenir. Tersinden, milletleşme süreci ya tamamlanmamış ya da çok yanlış yerden kodlanmış; bu nedenle de etnik, dini, mezhepsel ve ideolojik temelli ayrışma ve kutuplaşmaların çok yaygın olduğu, kamusal işlev ve hizmetlerin aksak, ayrımcı ve şeffaf olmayan bir zeminden ilerlediği bir devlet ise kapasitesi sorunlu ve kendisine güven duyulmayan bir aktör olarak kodlanır. Birçok teorisyen bir devletin kaderinin temel olarak milletin devletin meşruluğuna olan inancı ile yakından ilişkili olduğunu belirtir. Meşruiyet, vatandaşların devlete ilişkin bakış ve davranış normunun adıdır. Bir başka ifadeyle meşruiyet, vatandaşın devlete ve siyasal kurumlara olan güveninin bir fonksiyonudur. Burada bütünleştirici ve birleştirici bir kimliğin inşası, temel güvenlik gereksiniminin sağlanması, hukukun üstünlüğünün tesisi ve kamusal hizmetlerin adilane ve tatminkar düzeyde tedariki, devlet-meşruiyet ilişkisinin ana kodlarını oluşturur.
Türkiye Yüzyılı Vizyonunun Üçüncü Ayağı
Bu yönüyle Özal döneminde başlayan, AK Parti döneminde derinleştirilerek paradigmal değişimden geçirilen hem toplumun iç konsolidasyonuna ilişkin siyasal-kimliksel-kültürel hususlar hem devlet millet ilişkisinin temel niteliği, zihniyet ve uygulama kodları, Türkiye’nin yeni vizyonu için oldukça elverişli bir zemin sunmakta. Şimdi Türkiye Yüzyılı vizyonu ise geleceğin Türkiye’sini, bunun üçüncü ayağı olan olgun siyasal ve demokratik kurumsallaşma ve konsolidasyonu, yukarıdaki temel noktalar ekseninde inşa ederek Türkiye’nin toplumsal yapısını sağlam temellerde tahkim etmek üzerine kurgulamak durumunda. Tam bu noktada, bir devletin yukarıdaki çerçeve anlamında zayıflamasına neden olan faktörler olarak literatürde sayılan; askeri darbe veya darbe teşebbüsleri, devrimler, bölgesel istikrarsızlık, kaos ya da savaşlar, mülteci akımları ve sosyal ayaklanmaların hemen tamamını 2011’den bu yana sistematik biçimde yaşamış bir Türkiye’nin, bugün bunların kimi tahribatlarını üzerinden atma konusundaki kararlılığına ve yeni bir vizyon üretme noktasındaki ufkuna şahit olmak ise başlı başına önemli ve not edilmesi gereken bir durum. Tüm bu badirelerden geçilerek bugün Türkiye Yüzyılı vizyonunu yeni bir toplumsal tahayyül temelinde ve bir gelecek ufku doğrultusunda konuşmak, esasında Türkiye’yi güçlü kılabilecek en büyük dinamiği konuşmak anlamına geliyor. Son on yıldaki büyük sınamalar sonrasında bunu bugün bu nazardan tartışabilmenin kendisi başlı başına önemli iken, içeriğini de bu yönlü inşa etmeye dönük bu somut yönelim, ülkenin sahip olduğu büyük potansiyeli dinamiğe çevirmek anlamına gelecektir.
Özal döneminde ve AK Parti döneminde toplumsal tahayyüle ilişkin bakıştaki ikinci temel yaklaşım ise politik ekonomi yaklaşımı olmuştur. Bu anlamda demokratik konsolidasyon her iki dönem açısından; bir zihniyet, kurumsallık ve pratikler bütünü olarak değerlendirildiği gibi, aynı zamanda siyasal ve toplumsal aktörlerin içinde bulundukları maddi ve sosyo-iktisadi koşullar tarafından belirlenen bir olgu olarak anlaşılmıştır. Yani bir dönüşüm, fikri ve entelektüel boyutu ihtiva ettiği gibi maddi koşullardaki değişimlerin entelektüel değişimlerden önce geldiği ve hatta onu mümkün kıldığı gerçeği de karşımızda durmaktadır. Her iki dönem için de çıkarılabilecek ortak nokta, Türkiye’deki ekonomik kalkınma ile ülkenin demokratik konsolidasyona daha yaklaşan bir noktaya gelindiği gerçeğidir.
İki Yapısal Nakısanın Giderilmesi
Burada ise Türkiye Yüzyılı vizyonunun işaret ettiği üzere toplumsal gelişmeyi ve demokratik konsolidasyonu yukarı çıtalara taşırken iki yapısal nakısanın giderilmesi çok mühim. Bunlardan birincisi gelir dağılımı meselesi. Buradaki açık, demokratik konsolidasyona zarar verir. O halde bunun giderilmesine dönük bölgesel ve/ya sınıfsal gelir dağılımı eşitsizliklerini dengeleyecek etkin, sosyal devlete yatırımın güçlendirilerek devamı zarureti vardır. Ki esasen AK Parti hükümetleri yirmi yıldır, bir yandan sosyal adaletçi devlet anlayışına uzanan sosyal demokrasi tipi bir siyaset biçimini bir yandan da yukarıda bahsedilen konsolide devleti üreten muhafazakar demokrasi tipi bir siyaset biçimini harmanlayan bir modelleme sunmuştur. Önümüzdeki dönemin vizyon ve perspektifi, bu anlayış ve pratikler bütününün yapısal problemlerin de minimize edilerek devamını gerektirmektedir. İkinci nakısa ise kayıt dışı ekonomi, bu zemine içkin aktörler ve devletin bunlarla mücadele zarureti. Organize iş grupları yahut yabancı sermaye gibi güçlere fazla bağımlı devletler kadar toplumsal güçlerden bağımsızlaşmış devletler de demokratik konsolidasyon noktasında dezavantajlı bir konumda kalırlar. Dolayısıyla bu mesele de yeni vizyonda toplumsal tahayyülün sağlamlaştırılması perspektifi dahilinde, yapısal bir sorun olarak mücadelenin devamının gerekli olduğu bir alandır.
Siyasal süreçte aktörler (devlet-toplumsal kesimler) arası güven, bu vizyonun geleceği demektir. Bu güvenin eksik olduğu durumlarda aktörler kendilerini güvenceye almak doğrultusunda demokrasi dışı yollara sapabilirler. Türkiye’de yakın tarihte -özellikle 1990’larda- var olan ve demokrasinin özüne büyük zararlar vermiş; bu yönüyle çoğulcu demokrasiyi istikrar lehine ikinci plana atarak çoğulculuktan duyulan kuşkunun perçinlendiği dönemler, Türkiye için önemli ve yeterli dersler sunuyor. Zamanın ruhu ve geleceğin ufku da zaten buna işaret ediyor. Bu yönüyle Türkiye’nin yeni vizyonundaki toplumsal tahayyül biçimlenirken, çok kültürlülük ve çoğulcu demokrasi bağlamında siyasal ve toplumsal temsiliyet ve mobilizasyonun hakim kılınması önemli olacaktır.
Demokratik konsolidasyonun tesisinde bir diğer önemli faktör, devletin mikro düzenleyici rolünün yeniden -çok daha kararlı ve sağlam temellerden- ele alınması gereğidir. Yani kastımız, günlük mikro kural ve düzenleyici normların, esasen demokratik devletin meşruiyetine ve toplumsal iç konsolidasyonun tahkimine katkısının sanıldığından çok daha fazla ve büyük olduğudur. Günlük yaşam pratikleri ve insan ilişkilerinin düzenlenmesinde devletin, kural ve norm temelli zihniyet ve uygulamalara kararlı şekilde başvurması, hem toplumu oluşturan bireyler arasındaki güveni ve sosyal sermayeyi hem de dolaylı şekilde, bireylerin demokratik devlete güvenini pozitif etkiler. Bireyler arası güven ise hem sivil toplumun ve demokratik konsolidasyonun gelişimi hem de ekonomik kalkınma için çok önemli bir zemin meydana getirir. Devletin mikro düzenleyiciliğini aşındıran her uygulama ise yayılma etkisi göstererek sonunda makro alanlarda da devletin düzenleyici kapasitesini ve toplumun ona olan güvenini zayıflatmak suretiyle demokratik konsolidasyona ciddi zarar verir. Yeni toplumsal vizyon inşa edilirken, bu anlamda, kamusal yararın hakim ve merkezde olduğu, buna içkin tutarlılık, kararlılık ve norm/kural temelli bir toplumsal düzenin toplumun tüm kesimlerine ayrım yapılmaksızın uygulanacağına ilişkin inandırıcılığı ve güveni inşa ederek demokratik konsolidasyonun geliştirildiği bir perspektif üzerinden yürünmelidir.