Fikir ehli bir arkadaşım “belli ki Avrupa’dan, Batı’dan Türkiye’ye bakınca, bizim burada gördüğümüzden çok farklı bir Türkiye görüyorlar” diye bir cümle kurdu geçenlerde.
Aslında, oldukça yaygın bir kanaati paylaşmış oldu benimle. Bu kanaati doğru kabul edecek olursak, şöylesi bir politika benimsememiz gerekecek: “Hadi, işi gücü bırakalım, Batı’ya Türkiye’nin gerçek yüzünü gösterelim, daha fazla tanıtım yapalım, bozulan imajımızı düzeltelim.”
Bu “yaygın kanaat”i tamamıyla yabana atıyor değilim. Adı üstünde “yaygın kanaat.” Ancak bu yaklaşım biçimi, gerçeğin çok ama çok küçük bir cüzüne işaret ediyor.
Türkiye’ye bakan Batılılar bizim gördüğümüzden çok farklı bir ülke görmüyorlar. Batı, Türkiye’nin temsil ettiği yeni modernleşme anlayışının pekala farkında. Bugün Türkiye’yi yöneten siyasi aklın ne tür bir ülke tasavvuruna sahip olduğunu çok iyi biliyor.
Mesele, imaj yahut temsil değil, küresel iktidar mücadelesi. İstedikleri şey, esasında çok açık ve net. Türkiye’den kendisi olmaktan vazgeçmesini istiyorlar. Potansiyelini, enerjisini, gücünü kullanmamasını, önüne konan hedeflere odaklanmasını talep ediyorlar.
Çok değil 2000’lerin ortasında Türkiye’yi yükselen yıldız diye alkışlayanlardan bahsediyoruz. Türkiye’nin demokrasisini, Erdoğan’ın liderliğini yücelten, örnek olarak gösterenlerden…
Bugün Türk demokrasisinin ölümünü ilan edenler de, Erdoğan’ı diktatör diye yaftalayanlar da aynı aktörler.
Avrupalılar, Türkiye’ye baktıklarında biz burada ne görüyorsak, onlar da onu görüyorlar. Ancak o gördükleri şeyden hoşlanmıyor, onu geriye çevirmeye uğraşıyorlar.
Bunları yaparken hangi söylemleri kullanıyorlar peki? Aşırı sağın ve solun saldırgan söylemlerinden hepimiz haberdarız. Onlar bağırıyorlar, hakaret ediyorlar ve tahammülsüzlüklerini hiç çekinmeden gösteriyorlar. Peki ya merkez sağda ve solda konuşlananlar neler söylüyor?
Avrupa'nın Tehlikeli Oyunu
Avrupa’da kendilerini daha soğukkanlı bir liberalizmle özdeşleştirenlerin günümüz Türkiye’sine yönelttikleri başlıca eleştiri, “azınlıkların haklarının çoğunluğun iktidarı tarafından görmezden gelinmesidir.”
Bundan 200 yıl önce, Avrupalılar bu ülkeye, bu topraklara “azınlıkların hakları” üzerinden bakıyorlardı. Bugünkü yaklaşımları arasında bir benzerlik kurmamak mümkün değil. Fakat Avrupalıların o gün “azınlık” dedikleriyle bugün “azınlık” dedikleri çok farklı.
Fransız araştırmacı Phillippe d’Irribarne Demokrasi Karşısında İslam isimli kitabında Avrupalıların Türkiye’de kimi azınlık olarak gördüğü sorusuna çok net cevap vermektedir. D’Irribarne’e göre Türkiye’de iki azınlık grup vardır. 1) Batılılaşmış azınlık ve 2) Alevi azınlık.
Daha birkaç gün önce Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel “16 Nisan referandumunda Hayır oyu veren Türkiye vatandaşlarına vize serbestisi getirilmesi gerekir” diye bir teklifte bulundu. Bu teklifin arka planında bugün birçok Avrupalının “azınlıktaki Türkler” diye nitelediği kesimleri doğrudan himaye etme çabası var.
Oysa bu Avrupa açısından çok tehlikeli bir oyun. Çünkü bu yaklaşım Türkiye’de Erdoğan’ı desteklemeyenler arasında bile sadece Batıcı azınlığın hoşuna gidebilir. Onun dışında muhalefet partilerine oy veren geniş toplum kesimleri böylesi bir dış himayeyi kabul etmez, edemez. Böylesi bir himayenin nesnesi olmanın toplum içinde ne denli yabancılaştırıcı bir unsur olduğu görülür. Buna karşın, Avrupa’nın bu müdahaleci tutumu Türkiye’ye 1960’lardan beri Avrupa’ya göç eden kendi vatandaşlarıyla yeni bir zeminde ilgilenme imkanı sunar.
Avrupa "Karizmatik Lider" Arayışında
Kim ne derse desin, Avrupa’nın Türkiye’ye ve Müslüman dünyaya bakışındaki o dogmatizm kendisini ele veriyor. Müslüman dünyanın ve Türkiye’nin iki şeyin peşinden koştuğunu iddia ediyorlar. Bunu da genel olarak karizmatik lider arayışı, katı gerçekçilik ve mutlak hakikat arayışı olarak tanımlıyorlar. Ve bu durumun da İslam’ın özünden kaynaklandığını ileri sürüyorlar. Halbuki bu arayış dini değil, son derece dünyevi bir iktidar mücadelesinin, Batı sömürgeciliğinin yüzyıllardır parsellediği dünya yerine yeni bir dünya inşa etme arayışının bir ürünüdür.
Peki, günümüz Avrupası karizmatik bir lider arayışından ve siyasi aktörlerin elini güçlendirecek mutlak hakikat arayışından muaf mı? Aksine Avrupa siyaseti bugün bir yandan güçlü ve karizmatik liderlik arayışı içinde, bir diğer yandan da toplumlarını mobilize edecek bir mutlak hakikat elde etme çabasında.
Geçen hafta birinci turu tamamlanan, Fransa’daki Cumhurbaşkanlığı seçimleri bunun en iyi örneklerinden biriydi. Birinci turda merkez sağ ve merkez sol partilerin adaylarının elendiğini, “düzen partileri”nin devre dışı bırakıldıklarını görmüş olduk.
7 Mayıs’ta gerçekleşecek olan ikinci tur oylamalarda aşırı sağcı Le Pen ve siyasi söylemini sağdan ve soldan her şeyin bir karmasını yaparak oluşturan 39 yaşındaki Macron yarışacak. İki aday arasındaki temel ayrım noktasına baktığımızda birinin “korumacı politika”dan, diğerinin ise “faydacı bir küreselleşme siyaseti”nden yana olduğu görülüyor. Her ne kadar Macron toplumsal liberalizm ve dışa açılma söylemlerini kullanıyorsa da, milliyetçi retorikten de vazgeçmiyor. Macron’a ve Le Pen’e Fransa’da gösterilen teveccüh ikisinin de “karizmatik bir lider” olabileceği ve Fransa’nın (ve Avrupa’nın) liderlik krizini çözebileceği yönündeki kanaat. Diğer yandan bu iki adayı diğer adaylardan ayıran en önemli özellik seçmenin önüne “mutlak hakikatler” koymalarıdır. Daha doğrusu “siyaseten doğruculuk” yerine “mutlak hakikatler” üzerinden siyaset yapmaları.
Türkiye Tarihsel Bağımlılıklarından Kurtuluyor
Türkiye’ye gelince. Türkiye, 2002’den bu yana bir liderlik krizi yaşamıyor. Karizmatik bir siyasi lider tarafından yönetiliyor. Dahası Türkiye, 16 Nisan’da bu güçlü siyasi liderliği kurumsallaştıracak çok önemli bir değişime imza attı ve Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçmiş oldu.
Öte yandan Türkiye, yine 2002’den bu yana Erdoğan siyasetinde temsil edildiği üzere kendi geleceğine ilişkin net bir perspektif çiziyor. Evet, “siyaseten doğruculuk” yerine “mutlak hakikatler” üzerinden bir siyasi perspektif geliştiriyor.
Bu, her şeyden önce bir özgürleşme perspektifi. Bir başka deyişle, tarihsel bağımlılıklarından kurtulma çabası. Bekleneceği üzere bu durum Batı’da pek de hoş karşılanan bir durum değil. Çünkü Aydınlanmacı Batı siyasi aklı bunun tam tersini söylüyor. “Türkiye Batılılaşma sürecinde yer yer farklı aktörleri iktidara taşıyabilir ancak Batılılaşma çizgisinden sapamaz. Çünkü ilerlemenin tek yolu Batı’yı takip etmektir. Batı kendi içine çökse de, ağır krizlere duçar olsa da Türkiye’ye karşı yeni yaptırımlar uygulayabilir, ona yeni ev ödevleri verebilir. Türkiye’ye düşen bunların peşinden koşmaktır.”
Evet, beklenen budur. Türkiye bu beklentileri karşılamadığı için bugün Batı dünyasının ötekisine dönüşmektedir. Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nin aldığı ve Türkiye’yi yeniden denetim sürecine alma kararı bunun basit bir yansımasıdır. Amaç, Türkiye’yi bu tutumundan dolayı cezalandırmaktır.
Şunu da belirtelim Türkiye'nin sahip olduğu özgürleşme perspektifi Batı’yı düşman gören bir anlayışa sahip değildir. Her ne kadar Türkiye'nin bu özgürleşme perspektifi ile yönetilmesini istemeyenler aksini iddia etseler de, Türkiye'nin isteği, Batı ülkeleri ile eşitler arası bir ilişki kurmaktır.
Ne Türkiye 1990'ların Türkiye'si, Ne Dünya 1990'ların Dünyası
Türkiye'nin yönetiminde bugün itibarıyla temsil edilen gelecek vizyonunun önemli unsurlarından bir tanesi de kendi değerleriyle, tarihsel birikimiyle ve bölgesiyle barışık bir modernleşme perspektifidir. Yıllarca Türkiye'de modernleşme Batılılaşma ile eşdeğer bir süreç olarak görüldü. Bu da yönünü daima Batı’ya çeviren imtiyazlı bir elit grubun Türkiye'nin yönetimini on yıllar boyunca ipotek altına almasına neden olmuştur.
Şimdi, bütün dünyanın önünde yeni bir Türkiye gerçekliği var. Elbette karşımızda yeni bir Batı gerçekliği de var. Avrupa Birliği ve önde gelen Avrupa ülkeleri bu yeni durumu, yaşanan paradigma değişimini kabullenmek istemiyorlar. 1990’larda kullandıkları araçlarla Türkiye’yi köşeye sıkıştırmaya, Türkiye’yi terbiye etmeye, onu yeniden Batılılaşma paradigmasına mahkum etmeye çalışıyorlar. Oysa ne Türkiye 1990’ların Türkiye'si, ne dünya 1990’ların dünyasıdır. Ne de Batı 1990’ların Batısı.
Türkiye, 16 Nisan’da tarihi bir zafer kazandı. İlk defa milletimiz kendi hükümet sistemini belirledi. Referandumda “evet” diyenin de “hayır” diyenin de gün sonunda kazandığı bir tablo çıktı karşımıza. Evet, Türkiye kazandı…
Mayıs ayı Türkiye’nin bu kazanımının dış politika yapma imkanlarını ne denli artırdığını hepimize gösterecek. Cumhurbaşkanı Erdoğan önce Hindistan, ardından Rusya, Çin, ABD ve Brüksel’e giderek yeni ve güçlü Türkiye’nin çıkarlarını masada özgüvenle savunacak. Türkiye’nin dış politikadaki etkileşim ve işbirliği alanlarını artıracak.
Kim, ne derse desin!