Türk-Amerikan ilişkileri son beş yıldır inişli çıkışlı bir seyirde ilerlemektedir. Bu ilişkiyi yakından takip edenlerin son yıllarda olumlu yönde hiçbir sıçramanın olmadığı tespitinde bulunmaları zor olmayacaktır. Aksine iki ülke ilişkilerindeki güven bunalımı kademeli olarak daha da derinleşmekte ve iki ülke karşılıklı güven artırıcı adımlar atmaktan kaçınmaktadır. ABD’nin bir önceki başkanı Barack Obama’nın görev süresinin dolmasıyla ortaya çıkan lider değişimi Türkiye tarafında değişim yönünde olumlu bir beklenti oluşturmuştur. Ancak yeni Başkan Donald Trump’ın tutarsız tavırları Türkiye’nin beklentilerini boşa çıkarmıştır. Mevcut tıkanıklık artık ikili ilişkilerde kriz yönetimi mantığının ötesine geçilerek sorun çözümü mantığıyla yaklaşmanın zorunluluğunu ortaya koymaktadır. Aksi halde iki ülke ilişkilerinde telafisi uzun yıllar gerektirecek yapısal bir kırılma yaşanacaktır. Böylesi bir kırılmanın önüne geçebilecek hamle tarafların tekrar karşılıklı güven artırıcı adımlar atmaları ve aralarındaki meseleleri “sorun çözümü” mantığıyla ele almalarıdır.
Çatışma analizleri ve çözümleri alanının kurucularından John Burton “sorun çözümü” kavramını çatışan tarafların sorunları çözüm odaklı bir yaklaşımla ele alması bağlamında tanımlar. Taraflar bu niyetle bir araya gelir. Burton’a göre ilişkiler bu yaklaşımın ışığında dinamik bir süreçte müzakere edilir. Bu müzakerelerin temel hedefi tarafların altta yatan temel ihtiyaçlarını ve çıkarlarını tatmin edici ara çözümler bulmak veya böylesi çözümleri ortak bir şekilde inşa etmektir. Tarafların temel ihtiyaçlarını karşılamayan çözüm seçenekleri er ya da geç yeni sorun ve kriz alanlarına kapı aralayacaktır. Tarafların temel ihtiyaçlarını karşılayan ve önceliklerini birbiriyle örtüştüren tarzda çözüm seçenekleri ise ancak samimi ve karşılıklı saygıya dayanan bir iletişimle sağlanabilir.
Mevcut ortamda Türkiye ve ABD birbirlerinin önceliklerini hassasiyetle ele alabilecekleri bir yaklaşımın uzağındadır ve bu nedenle iki ülke de aralarındaki sorunları çözebilmek için çaba sarf etmek durumundadır. Taraflar arası güç asimetrisinin taraflardan birinin daha fazla işine yaradığı ortamlarda sorun çözümü yaklaşımı yerine zorlayıcı yöntemlerin ön plana çıktığı görülmektedir. Zorlayıcı yöntem ve ilişkileri sıfır toplamlı bir oyun gören bakış açısı ise özellikle uluslararası sorunların çözümü noktasında daha fazla ön plana çıkan yaklaşım tarzıdır. İnişli çıkışlı olmakla birlikte iki ülke arasındaki müttefiklik ilişkisinin geçmişi böylesi dar bir yaklaşımın ötesine geçilebileceğinin bir göstergesidir.
Sorunun Kökenleri
ABD ile ilişkilerimizin özellikle son üç yıllık seyri daha çok kriz yönetimi şeklinde ilerlemektedir. İki ülke arasındaki anlaşmazlıklar yeni krizlerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bu krizler bir şekilde çözülse de bu çözümler iki ülke arasındaki güven bunalımını daha da derinleştirmektedir. Kriz yönetimi noktasında ortaya konan her çözüm iki ülke ilişkilerinin temelinde yatan asıl sorunların halledilmesini daha da ötelemektedir. Taraflar birlikte oturup altta yatan bu temel sorunları çatışma çözümleri mantığı ve ortak çıkarlar çerçevesinde ele almak yerine bu sorunların çözümünü ötelemektedir. Kriz yönetimi adımlarıyla taktiksel olarak sorunlar ertelenmekte ancak temel sorunları esaslı bir şekilde ele alabilecek kapsamlı bir müzakere süreci halen gündemde değil. Böylesi bir müzakere sürecinin mevcut güvensizlik ortamında başlamasını düşünmek gerçekçi değildir. Taraflar halen kendi pozisyonlarına yakın bir çözüm seçeneğinde diretmektedir.
Tarafların pozisyonları incelendiğinde ise ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır: ABD tarafı Türkiye’yi eskiden olduğu gibi güvenlik ve dış politika konularında kendisine bağımlı ve kendi çizdiği stratejik çerçevenin dışına çıkmayan bir “müttefik” olarak görmek istemektedir. Bu sınırın dışına çıkıldığında Türkiye’yi bir şekilde cezalandırma ve zorlayıcı yöntemler kullanarak istediği doğrultuya yöneltme çabasındadır. ABD tarafı Türkiye’yi eşit düzeydeki bir müzakere tarafı olarak kabul etmek yerine farklı yöntemlerle bağımlılık ilişkisi oluşturmaya çalışmaktadır. Bu bağımlılıktan kurtulmak isteyen Türkiye ise ABD ile ortak çıkar algısından uzaklaşmaktadır. Türkiye’nin bu ilişkideki pozisyonu ise kendi ulusal çıkarlarını mutlak surette önceleyen tarzda bir ilişki kurmak ve diplomatik ilişkilerini de mümkün olduğunca fazla aktörle sürdürme şeklindedir. Türkiye’nin önceliği ilişkileri çeşitlendirme ve bağımlılığı azaltma olunca kendi çıkarlarına hizmet eden tarzdaki bağımlılık ilişkilerine de mesafeli yaklaşmaktadır. Tarafların ilişkileri kategorik olarak asimetrik olduğu için böylesi bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi ABD’yi daha da avantajlı konuma getirmektedir. Türkiye’nin böylesi bir bağımlılık ilişkisine mesafeli tavrı daha önce yaşamış olduğu olumsuz deneyimler ve hayal kırıklıklarından kaynaklanmaktadır.
Özellikle 15 Temmuz sonrasında yaşananlar ve ABD tarafının FETÖ lideri Gülen’in iadesi talebine kayıtsız kalmış olması ve bu süreçte Türkiye ile yapıcı diyalogdan kaçınması Ankara’da derin bir hayal kırıklığı ve güven bunalımına neden olmuştur. Ankara müttefiklik ilişkileri çerçevesinde Washington’dan daha yakın bir destek beklentisi içerisinde iken ABD yönetimi Türkiye’nin FETÖ konusundaki kaygılarını dikkate almamaktadır. ABD’nin bu süreçte PKK’nın Suriye kolu olan PYD’ye silah ve mühimmat teminini artırması ve bu terör örgütüyle ilişkilerini derinleştirmesi Türkiye tarafında rahatsızlıklara neden olmaktadır. Türkiye’nin bu konudaki eleştirileri devam etmektedir ve ABD ile halen bir orta yol bulunabilmiş değildir. Ankara’nın temel hayal kırıklığı Washington’ın Suriye’de yetmiş yıllık NATO müttefiki Türkiye’yi bir kenara iterek onun aleyhinde terör faaliyetlerinde bulunan bir terör örgütüyle müttefiklik ilişkisi kuruyor oluşudur. ABD’nin bu angajmanı hem Türk kamuoyu hem de AK Parti hükümeti nezdinde olumsuz tepkilere yol açmıştır. Bu iki temel konu Türkiye açısından varoluşsal hususlar olarak algılandığı için bu konularda müzakere alanı oldukça kısıtlıdır. ABD’nin Türkiye’nin temel varoluşsal öncelikleri, Türkiye devletinin bekası ve toprak bütünlüğünün muhafazası konusunda gerekli hassasiyetleri göstermediği algısı iki ülke ilişkilerinin temelini dinamitlemektedir.
Rahip Andrew Brunson’ın tutukluluk ve yargılama sürecinde ABD tarafından yapılan müdahaleler ve Türkiye’ye uygulanan ambargo ilişkileri daha da gerilimli bir sürece sokmuştur. Halkbank ve Hakan Atilla davası, ABD’nin İstanbul konsolosluğunda çalışan Metin Topuz’un tutuklanmasının ardından yaşanan vize krizi, F-35 savaş uçaklarının teslimine yönelik kısıtlamalar ve Rusya’dan satın alınan S-400 hava savunma sistemlerine karşı alınabilecek yaptırım tehditleri Türkiye tarafında ABD’ye karşı olumsuz havayı destekleyen ikincil düzeydeki gelişmelerdir. Bu adımlar yukarıda bahsedilen iki temel anlaşmazlık konusunun yanına eklenince ilişkilerin olumsuz yönde ilerlemesinde çarpan etkisi yapmaktadır.
ABD ile Türkiye arasındaki güven bunalımının temelleri son dönemdeki anlaşmazlıkların ötesine gitmektedir. TBMM’nin, ABD’nin Irak işgali sırasında Türkiye topraklarını kullanmasına izin veren tezkereyi onaylamamasının ardından Ankara’nın müttefiklik ilişkisine dair yaklaşımı Washington tarafından sorgulan maya başlanmıştır. Washington Suriye krizinde de Ankara’dan, ABD çıkarlarıyla daha uyumlu bir askeri müdahale beklentisi içerisinde olmuştur ancak Türkiye bu konudaki çekincelerini muhafaza etmiştir. Türkiye ancak kendi güvenliği DEAŞ ve PKK-PYD tarafından doğrudan tehdit edildikten sonra Suriye’ye müdahil olmuştur. Türkiye ve ABD’nin Suriye politikaları ve öncelikleri 2013 ortalarından sonra farklılaşmaya başlamıştır. ABD’nin YPG/PYD’ye desteği arttıkça iki ülke arasındaki makas daha da açılmıştır. ABD tarafı Türkiye’nin bölgesel siyaseti ve müdahalelerde doğrudan yanında ve destekçisi olmamasını sorunsallaştırmış ve Ankara ile müttefiklik ilişkisini gözden geçirmiştir. Washington’ın bölgesel çıkarlarına doğrudan hizmet etmeyen bir Türkiye, ABD açısından güvenilir bir ortak olmaktan çıkmaktadır. ABD tarafı da Türkiye’den beklentilerinin karşılanmadığı hissine sahiptir.
Ancak Türkiye’yi ikna etmek için yapıcı öneriler ve ikna edici seçenekler ortaya koymak yerine zorlayıcı birtakım taktikler kullanmaktadır. Bu taktikler ise büyük ölçüde geri tepmektedir.
Türkiye’nin Rusya’dan satın aldığı S-400 hava savunma sistemleri ve ABD’den satın aldığı ancak teslimatında sorun yaşadığı F-35 savaş uçağı, ABD Teksas-Fort Worth, 22 Haziran 2018.
Çatışma Çözümlerinin İmkanları
Türkiye’nin temel beklentisi ve ihtiyacı ABD tarafından eşit düzeyde muhatap alınmak ve kendi güvenliği ve bekası konusundaki kaygılarının dikkate alınmasıdır. ABD ise Türkiye’yi kendi bölgesel politikalarında daha uyumlu bir tavır içerisinde görmek ve gerekli gördüğü noktalarda Ankara’yı kendi çıkarları doğrultusunda devreye sokmak istemektedir. Hem ABD hem de Türkiye tarafı ikili ilişkilerde birbirlerinin beklentilerini karşılayamadıkları düşüncesi içerisindedir. İki ülke arasındaki bu derin farklılığı kolay bir şekilde ortadan kaldırmak mümkün görünmemektedir. Karşılıklı güven artırıcı adımların atılması ve sağlıklı iletişim kanallarının yeniden tesis edilmesi sorunların çözüm yaklaşımıyla ele alınmasının öncelikli şartıdır. ABD’li Rahip Andrew Brunson’ın yargılama sürecinin sona ermesi ve ülkesine dönmesinin ardından ikili ilişkilerin yeniden ele alınması konusunda yeni bir fırsat penceresi açılmıştır. Bu fırsat penceresi doğru değerlendirilebilirse en azından sağlıklı iletişim kanallarının yeniden tesis edilmesi konusunda mesafe alınabilir.
Herhangi bir sorunun çatışma çözümleri yöntemleriyle çözülebilmesinin asgari şartı taraflar arasında ortak bir çözüm iradesinin oluşması, arada sağlıklı iletişim kanallarının olması ve böylesi bir çözüm için maddi şartların uygun olması gerekmektedir. Böylesi bir anlayışın önündeki en önemli engellerden biri ise taraflar arasındaki güç asimetrisidir. Yani güç asimetrisinin kendi lehine olduğunu düşünen taraf meseleleri ortak bir çözüm anlayışıyla ele almak yerine kendi çözümünü dayatma eğiliminde olabilir. Ankara-Washington arasındaki köklü sorunların çözülememesinin en temel sebeplerinden biri ABD’nin kendi lehine olan bu asimetriyi kullanma çabasıdır. Özellikle Trump yönetimindeki ABD askeri ve ekonomik konulardaki gücünü diğer ülkelere karşı daha sık bir şekilde kullanmakta ve kendini bağlayabilecek çoklu anlaşmalardan mümkün olduğunca uzak durmaya çalışmaktadır. Bu nedenle ABD yakın dönemde kendi aleyhinde daha büyük bir tehdit hissetmediği müddetçe güç asimetrini kendi lehine kullanmak isteyecektir.
Çatışma çözümleri yöntemlerinin işlevsel hale gelebilmesi için ABD’nin ya bu asimetrik avantajını daha az kullanması ya da Rusya ve Çin gibi büyük aktörlerden veya başka konulardan dolayı tehdit hissetmesi gerekmektedir. Bu seçeneklerin dışında ise taraflar arasında atılabilecek karşılıklı güven artırıcı adımlar yeni bir iş birliğinin kapılarını kademeli olarak açabilir. Bu konuda iyimserliği muhafaza etmekte fayda var çünkü geçtiğimiz dönemde tehdit ve zorlayıcı yöntemler denenmiş ve bu yöntemlerle fazla bir başarı sağlanamamıştır.