Rus ordusunun, başarısızlığı tescillenen 6 aylık Ukrayna karşı saldırısının ardından inisiyatifi alarak giriştiği hamle, yalnızca hasmının cephe hatlarında değil, Kiev yönetimine destek veren Avrupa ülkelerinin ilişkilerinde de gedikler açtı. Fransa Cumhurbaşkanı Macron, Ukrayna topraklarına asker göndermekten bahsederken, Macaristan Başbakanı Victor Orban’ın şahsında temsil edilen bir grup ise savaşa acilen son verilmesinden yana. İtalya ve Almanya’nın aralarında bulunduğu bir başka grup ise daha düşük risk üstlenecekleri ancak savaşın sürmesini sağlayacak seçenekler üzerinde duruyorlar. Baltık ülkeleri, Polonya ve Romanya ise Ukrayna savunmasının çökmesi halinde kendilerinin ilk hedef olacakları düşüncesiyle dişlerine, tırnaklarına kadar silahlanmaktalar. Ancak Avrupa’nın bu parçalanmış görüntüsünün yalnızca Rusya-Ukrayna Savaşı kaynaklı olduğunu değerlendirmek hatalı bir yaklaşım.
Avrupa, Birinci Soğuk Savaş’ın Finalinden Yararlanamadı
Birinci Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana ortak bir savunma kimliği oluşturamayan, enerji bağımlılığına çözüm bulamayan, İngiltere’yi birlik içerisinde tutmayı başaramayan Brüksel’in, Avrupa Birliği’ni devletler üstü bir yapıya dönüştürmekte başarılı olduğunu söylemek mümkün mü? Görünen o ki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin dağıldığı 1991’den bugüne geçen 30 yıldan uzun sürede Avrupa Birliği zamanını, enerjisini ve parasını har vurup harman savurmuş. Avrupa Birliği’nin şu an içerisine yuvarlandığı bu bölünmüş görünümden Rusya ya da ABD’yi sorumlu tutmak mümkün mü? Şüphesiz her iki süper güç kendi çıkarları doğrultusunda Avrupa’da hegemonya kurma girişimlerinden geri durmuyorlar. Ancak savunması için hâlâ Amerika Birleşik Devletleri’ne avuç açan, Rusya’dan gelen doğal gaz hatlarının imha edilmesiyle enerji politikalarının olağanüstü kırılgan bir durumda olduğu ortaya çıkan Avrupa Birliği, günümüz şartlarında süper güçler liginde top koşturmasının mümkün olmadığını ispatladı. Filmi biraz daha geriye sardığımızda ise 2008’deki küresel ekonomik krizden başlayıp, Covid-19 salgınının da katkısıyla karmaşıklaşan, ekonomisindeki yapısal sorunların da derinleşmesinin önüne geçemedi.
Bu bölünmüşlük manzarası ve derinleşen yapısal problemler, her biri hâlâ ayrı çıkarlar peşinde koşan başkentlerin, birliği kendi arzuları istikametinde çekiştirmeleri, Avrupa Birliği’nin geleceğini sorgulatıyor. Belki de şu soruyu bir kez daha gözden geçirmek gerekiyor. 19’uncu yüzyılın başından itibaren Fransa’nın önce Avusturya İmparatorluğu ve Prusya’ya, daha sonra ise Almanya’ya karşı mücadelelerine son vermek için icat edilen bu birlik fikrinin hâlâ geçerliliği var mı? Uluslararası toplumun, bugün kendi hallerine bırakılmaları durumunda, yeni bir Fransa-Almanya Savaşı’ndan çekinmesi gerekiyor mu? Almanya ile Fransa arasındaki çıkar çatışmaları bugün dünya geneline yayılabilecek yeni bir çatışmayı teşvik eder mi? Bu sorulara evet cevabını vermek mümkün değil. Fransa bugünkü askeri ya da ekonomik kapasitesiyle ne Napolyon döneminin fetihlerine girişebilecek durumda, ne de Almanya; ABD’nin bu ülkeyi yeniden militarist bir toplum haline getirme çabalarına karşı, kısa ve orta vadede askeri olarak birilerine meydan okuyabilecek halde. Bu gerçekler Avrupa Birliği’nin varoluş sebebinin ortadan kalktığına işaret ediyor olabilir mi? Hatta artık bu fikrin geçerliliğini yitirdiğini gören İngiltere, olası yeni küresel çatışmalarla, İkinci Soğuk Savaş’ın zemininin ve taraflarının daha farklı olacağını düşündüğü için mi birliği terk etti?
Adenauer’in Tahayyül Ettiği Avrupa Bugün Nerede?
Uluslararası toplumun günümüzdeki dengeleriyle, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ülkesinin yeniden inşasında önemli bir rol üstlenecek Federal Almanya Şansölyesi Konrad Adenauer’in 21 Eylül 1949 günü, müttefik ülkelerin yüksek komiserlerine hitaben yaptığı konuşma esnasındaki uluslararası dengeler, iki ayrı galaksi kadar birbirlerine uzaklar. Adenauer, o konuşmasında yeni bir Almanya hayalinin ötesine geçerek daha önce görülmemiş bir Avrupa Federasyonu hedefini ifade etmişti. Adenauer’e göre bu federasyon, Avrupa devletlerinde 19 ve 20’inci yüzyıllarda baskın olan dar milliyetçi kavrayışları aşacak bir biçimde tasarlanmalıydı. Almanya Başbakanı, göreve başladığı andan itibaren Almanya ile beraber Avrupa’yı yeni bir mutabakat çerçevesinde şekillendirmeyi hedef olarak belirlemişti. Nitekim bu bakış açısı, 9 Mayıs 1950’de yayınlanan Schuman Planı doğrultusunda, 19 Mart 1951’de Avrupa Birliği’nin öncülü Avrupa Demir ve Çelik Topluluğu şartının imzasını gündeme getirdi. Gerek Almanya Başbakanı Adenauer’in gerekse Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu Yüksek Otoritesi ilk başkanı Jean Monet’nin görüşmelerinde öne çıkan vurgu, Schuman Planı’nda da altı çizilen unsur olan “Fransa ile Almanya arasında yeni bir savaşı düşünülemez kılmanın ötesinde, maddi olarak imkansız” hale getirme fikriydi.
Yeniden Milliyetçilik Kıskacındaki Avrupa
Peki Avrupa genelinde bugün keskin bir şekilde oy oranları yükselmekte olan popülist/aşırı sağcı partilerin geldiği noktaya baktığımızda, yaşlı kıtanın “dar milliyetçi” anlayıştan kurtulduğunu söyleyebilir miyiz? Haziran’da düzenlenecek Avrupa Parlamentosu seçimlerinin tahmin edilen sonuçları, dar milliyetçilik bir yana, Avrupa’yı sarıp sarmalayacak şiddetli bir milliyetçilik dalgasının yolda olduğuna işaret ediyor. Peki Fransa ile Almanya arasında “maddi olarak imkansız hale gelen” savaş fikrinin başka coğrafyaları hedeflemediğine inanabilir miyiz? Fransa’nın Rusya’ya yönelen askeri tehditlerini, Ermenistan’a yaptığı silah satışlarını, Karabağ meselesinde Azerbaycan’ı saldırgan taraf olarak gösterme gayretlerini nasıl değerlendirmeliyiz? Kesin olan bir şey var ki, 1949’daki başlangıç noktasıyla Avrupa Birliği’nin bugün ulaştığı pozisyon arasında dağlar kadar fark var.
Ekonomik Kapasite, Etkili Bir Ortak Savunma Kimliği Oluşturamadı
Oysa Birinci Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1992 itibarıyla Avrupa Birliği gerçek bir küresel güç olma yolunda büyük bir avantaj yakalamıştı. Bunu söyleyen ben değilim. Birinci Soğuk Savaş’ın ABD tarafından kazanılmasında önemli rol oynayan ABD’nin eski Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı (Jimmy Carter’ın Başkanlık döneminde) ve siyaset bilimci Zbigniew Brzezinski’ye göre, 1992’yi takip eden yıllarda ABD’nin iki büyük rakibi Japonya ve Avrupa Birliği olacaktı. Brzezinski 1995’te yayımlanan Out of Control: Global Turmoil on the Eve of the 21st Century kitabında, Avrupa’nın bugün içerisinde bulunduğu krizin en önemli unsuruna işaret etmektedir. Şöyle der ABD’li siyaset bilimci: “Avrupa Birliği, Japonya’ya kıyasla, küresel düzeyde zorlayıcı bir mesajı iletmek ve küresel askeri güce kavuşmak için ekonomik potansiyelini kullanmak açısından daha iyi bir pozisyondadır… Ayrıca Avrupa’nın bir bütün halinde etkileyici bir askeri güce kavuşması, Japonya örneğinde olduğu gibi dünya tarafından kuşkuyla karşılanmayacaktır”.
Görüldüğü üzere, Avrupa Birliği henüz başlangıç noktasında Brzezinski tarafından kendilerine sağlanmış olan tüyoyu değerlendirip, geride kalan 30 yılda ortak bir savunma kimliği oluşturma kabiliyetini gösteremediği gibi, Ukrayna-Rusya Savaşı’nın ortaya çıkardığı gerçeklerle anlaşıldı ki, yeterli silah ve mühimmatı üretecek kabiliyete dahi sahip değil. Bunun da ötesinde, Birinci Soğuk Savaş’tan bugüne gelen, güvenliğini ABD’ye havale etme konforundan da kurtulabilmiş değil. İşte bu noktada, “Avrupa’nın bugünkü bölünmüşlüğünün sorumlusu Rusya mı?” sorusunu değiştirmek gerekiyor: “Avrupa’daki bu bölünmüşlüğün sebebi, savunma alanında birliğe sağladığı konforu sürdüren ABD olabilir mi?”. Dahası ABD, Trump örneğinde görüldüğü gibi bunu bir şantaj unsuru olarak mı kullanmakta?
Avrupa’yı Bölen ABD’nin Sağladığı Güvenlik Konforu mu?
Trump tarafından Mayıs 2018’de ABD’nin Berlin Büyükelçisi olarak atanan Richard Grenell, Almanya’ya ayak basar basmaz, görev yapacağı ülkedeki siyaseti yeniden tasarlamaya geldiğini söylemekten imtina etmemişti. Ve o tarihten itibaren, İkinci Dünya Savaşı sonrasında askeri kabiliyetleri sınırlanan iki G-7 ülkesinin, Japonya ve Almanya’nın yeniden militarist ülkelere dönüşmesi çabalarını izlemeye başladık. Brzezinski’nin söylemine bakacak olursak, Japonya’nın ve Almanya’nın herhangi bir silahlanma girişimine şüpheyle bakan ABD güvenlik bürokrasisinin yerini, Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya’ya karşı silahlanan Almanya ve Japonya’yı destekleyen bir bürokratik kanadın aldığı anlaşılıyor. Brett McGurk gibi isimlerle sahada kendisini ifade eden bu anlayış, terör örgütlerini de ABD’ye partner edinmekten çekinmiyor.
Gelelim “Avrupa Birliği’nin bu dağınık görüntüsü, Almanya’nın daha militarist bir çizgiyi benimsemesi, Romanya’da en büyük NATO üssünün inşası gibi gelişmeler, Rusya üzerinde nasıl bir etki oluşturacak?” sorusunun yanıtına. Mühimmat, silah ve insan kaynağı alanlarında sıkıntıya giren Ukrayna’nın, savaşı enerji sektörüne taşıması ve 22 Mart’ta Moskova yakınındaki bir konser salonunun terörist saldırıya hedef olması, 15-17 Mart arasında düzenlenen seçimlerden yüzde 87 oy alarak çıkan Devlet Başkanı Putin’in hareket tarzı üzerinde etkili olacaktır. Haziran’da Avrupa Parlamentosu seçimlerinin neticesi de; ki popülist/aşırı sağ partiler neredeyse parlamentonun yarısına hakim olacak bir noktaya geldiler, Moskova’nın Avrupa Birliği içerisinde derinleştireceği çatlakları belirlemesi açısından önemli rol oynayacak.
Avrupa Birliği, Karadeniz’in kuzeyi ile Kafkaslar istikametinde ilerleme planları yaparken, jeopolitik tehditlerin büyüttüğü kırılganlıklarla, 2025’te üyelerinin isimlerine eklenen “exit”lerle düzenlenecek referandumlar eşliğinde bir tespih misali dağılmanın kıyısına gelebilir. Brüksel bürokrasisinin, 1990’ların parametreleri ile idare etmekte ısrar ettiği bu yapının geleceği, iskambil kartlarından inşa edilmiş bir şato kadar dayanıklı olacaktır.