Yeryüzünün iklim koşullarında gözlenen değişim, uzunca bir süredir bilim dünyasının araştırma konusu. Bu konuda bilimsel tartışmalarda dünyanın bir “küresel ısınma” riskiyle karşı karşıya olmadığını belirten, elde edilen verilerin halen belirgin bir eğilim ile dünyanın ısındığına işaret etmediğini savunan bilim insanları olsa da 2019’dan bu yana Birleşmiş Milletler (BM) nezdinde bu konu, yeryüzünün bir “küresel iklim krizi” ile karşı karşıya olduğu noktasında ifade edilmeye başlandı. BM’ye bağlı Dünya Meteoroloji Teşkilatı (WMO), 2021’de iklim krizinden kaynaklı aşırı hava olaylarının dünya çapında su ve gıda krizlerine neden olduğunu ve milyonlarca kişinin yaşadığı yerden ayrılmasına yol açtığını, iklim göçünün yoğunlaştığını açıklayınca, “küresel iklim değişikliği” olarak adlandırılan süreç, son 3 yıldır bir “küresel iklim krizi” olarak adlandırılmaya başlandı.
Ağırlıklı olarak insan faaliyetleri sonucu ortaya çıkan sera gazlarının (karbondioksit, metan, diazot monoksit, ozon gibi) atmosferdeki yoğunluğunun artması ve atmosferde yoğunlaşan karbonun da güneş ışınlarının yeniden uzaya dönüşünü engellemesiyle küresel sıcaklığın yükselmesinin, ortalama iklim değerlerinin değişmesinin uluslararası teşkilatlarca “acil durum” halini alması, iklim değişikliğinin dünya kamuoyu nezdinde bir iklim krizi olarak adlandırılmasına sebep oldu. Bununla birlikte, iklim krizi tartışmalarının tetiklediği pek çok başlık; fosil yakıtlardan çıkış, yenilenebilir enerjiye geçiş arayışları, enerji dönüşümünün finansmanı, ülkeler ve endüstriler tarafından algılanan boyutları ile yeni tartışmaları da beraberinde getirdi. Küresel iklim krizini tartışılmaz bir gerçek olarak kabul edenler acil çaba talep ediyor.
Bununla birlikte, bu konuyu ülkeler arasında ekonomik ve ticari rekabetin bir uzantısı olarak kabul eden ve bilhassa gelişmekte olan ülkeleri sıkıştırmak için kullanıldığını düşünen azımsanmayacak bir kesim de var. Nitekim, 1850 ile 2000 arası, üç sanayi devriminin de lokomotifi olan ve dünya karbon salımında tarihi bir sorumluluk taşımakta olan gelişmiş ekonomilerin, G7 ülkelerinin, bugün gelişmekte olan ülkeleri “küresel iklim krizi” başlığı ile sıkıştırmaları, uluslararası ekonomi çevrelerinde bu konunun gelişmekte olan ekonomilerin dünya ekonomisinde artan ağırlığında belirli bir ivme kaybı yaşanması adına, bir nevi “tarife dışı engel” olarak öne çıkarıldığını da belirtiyorlar. Bu nedenle, küresel iklim krizinde doğruları ve yanlışları, fırsatları ve tehditleri birlikte ele almak en sağlıklı, mantıklı yaklaşım olarak öne çıkıyor.
Küresel İklim Krizinde Doğrular ve Yanlışlar
Dünyanın önde gelen meteoroloji kurumları, Birinci ve İkinci Sanayi Devrimi'nin ilk dönemi olan 1850- 1900 arası ortalama yeryüzü sıcaklıkları baz alınarak yapılan ölçümlerde, 2023'ü sıcaklık artışları açısından rekor yılı ilan etmişti. Bitirdiğimiz 2024 ise rekorun yenileneceği bir yıl olacak gibi gözüküyor. 2023, 1850-1900 ortalamasına göre ortalama yeryüzü sıcaklığının 1 derece arttığı bir yıldı. 2024'te ortalama sıcaklık artışının 1,2 dereceye ulaşmasından endişe edilmekte. Bununla birlikte, 2019-2020 döneminde, küresel virüs salgını etki görülmeden önce, küresel sıcaklık artışının 1,2 dereceyi test ettiği de unutulmamalı. Küresel iklim krizinin etkisinin derinleştiği bir dönem anlamına da gelen bu tablo, bilhassa son 4-5 yıldır yeryüzünün her noktasında ağır sonuçları olan doğal afetler de demek. Dünyanın pek çok noktasında daha önce eşine, benzerine rastlanmamış mega afetler yaşanmakta ve ne yazık ki her afette yüzlerce insan yaşamını yitirmekte. Öyle ki, 1880'den beri düzenli tutulan sıcaklık kayıtlarında geçtiğimiz Ağustos ayı, son 144 yılın tarihi sıcaklık rekorunun kırıldığı ay oldu.
Bu nedenle, her yıl Birleşmiş Milletler (BM) İklim Zirvesi'nde (COP) küresel iklim değişikliğini durduracak iş birliği çağrıları, atılması gereken adımlara yönelik tartışmalar derinleşmekte. Gerek OECD çatısı altındaki Uluslararası Enerji Ajansı (IEA), gerekse de Uluslararası Yenilenebilir Enerji Ajansı (IRENA) raporları, küresel ısınmayı durduracak veya en fazla 1,5 derece ısı artışıyla sınırlandıracak olan 2030 hedeflerini temiz ve yenilenebilir enerji yatırımlarında 3 kat ve enerji verimliliği yatırımlarında ise 2,5 kat artış olarak tanımlamaktalar. Ancak, “temiz enerji”ye geçişte başarılması gereken kapasite artışı hedefini tutturmak için yapılması gereken trilyonlarca dolarlık yatırım hamlesinin finansmanı, bilhassa son iki yıldır gerçekleştirilen zirveler ve tartışmalara rağmen, henüz kalıcı bir sonuca ulaşmadı.
Dünya nüfus artışı ve artan nüfusun ortalama satın alma gücündeki artış, 2060’a kadar küresel doğal kaynaklara yönelik talebin yüzde 60 artacağına işaret ediyor. Bunun yanı sıra, enerjiye, bilhassa elektriğe olan ihtiyaç da rekor düzeyde katlanıyor. Bu nedenle, küresel iklim krizini bertaraf edecek çözümlerle insanoğlunun enerji ihtiyacını karşılayabilecek sürdürülebilir çözümler üzerine zihin yormak her geçen gün bir kat daha fazla kıymet arz ediyor. Doğal kaynakların verimli kullanımı, tarım ve gıda başta olmak üzere, üretilen hiçbir imkanın israf edilmemesi adına, Sayın Emine Erdoğan'ın himayelerinde ülkemizin küresel düzeye taşınmasına öncülük ettiği “Sıfır Atık Projesi” ise BM nezdinde en hayati başlıklardan birisi olarak öne çıkıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Bakü’de gerçekleştirilen son COP29 Zirvesi'ndeki konuşmasında, Sıfır Atık Projesi'nin Türkiye'nin iklim değişikliği ile mücadelesine güç kattığını ve projenin başlangıcından bu yana 5,9 milyon ton sera gazı emisyonunun önüne geçildiğini ifade ederken, bugün 31 bin megavat olan rüzgar ve güneş enerjisi kurulu gücümüzün 2035'te 120 bin megavata çıkacağını belirtti. Mevcut tablo, dünyanın önde gelen uluslararası ve bölgesel düzeyde çalışma yürüten kalkınma bankaları öncülüğünde küresel ölçekte bir “temiz enerji fonu” oluşturulmadığı müddetçe ve böyle bir fon aracılığı ile kullandırılacak finansman kaynağının uluslararası derecelendirme mekanizması dışında bir metotla gelişmekte olan ülkelerce erişilebilir düzeyde maliyet ile kullandırılmaması halinde, küresel iklim krizini yavaşlatacak ve durduracak adımların yavaş kalacağına işaret ediyor.
Bununla birlikte, dünyaca tanınmış tabiatı koruma ve iklim bazlı sivil toplum kuruluşlarının “abartılı propaganda”ları ile çizilen küresel iklim krizi tablosu, tümüyle eriyen Grönland ve kutuplar üzerine ortaya konan senaryolar, pek çok uzmanı küresel iklim krizine dayalı tartışmaların perde arkasında başta saikler, başka gayeler olup olmadığı noktasında sorgulamalar yapmaya da sevk ediyor. Bilhassa deniz ve okyanus seviyesinin 7 ile 9 metre, hatta 20 metre dahi yükselebileceğine dair senaryolar, pek çok ada devleti için ürkütücü bir senaryoya işaret etse de, Grönland ve kutuplardaki erimenin, hızı artmış olsa da her yıl su seviyesinde sadece milimetre düzeyinde bir etkiye sebep olduğu vurgulanıyor. Nitekim, okyanus bilimciler tarafından ortaya konan bir tespit olarak deniz ve okyanus su seviyesinde 0,9 metrelik artış, 1850’den bu yana su seviyesinin ortalama 5,17 milimetre yükseldiğine işaret ediyor.
Küresel iklim krizine yönelik “kaos senaryoları” pek çok yanlışı da içinde barındırıyor. “İklim değişikliği için artık çok geç”, “son şans” veya “kırmızı alarm” şeklindeki rapor başlıkları veya manşetler gerçeği yansıtmıyor. Bilhassa gelişmekte olan ekonomiler ve Afrika kıtası, bu tür başlıklar aracılığı ile üzerlerinde fosil yakıt kullanımına yönelik oluşturulan baskıdan son derece rahatsızlar. Dünyanın önde gelen ekonomileri, bilhassa G7 ülkeleri 1850’den bu yana süregelen sanayileşme sürecinde fosil yakıtları yoğun bir şekilde kullanmış ve küresel iklim krizinde tarihi bir sorumluluğa sahip iken, bugün küresel enerji oyununda kuralların değiştirilmesine yönelik olarak gelişmekte olan ülkelere yoğunlaştırdıkları baskılar tepki çekiyor.
Aralarında Türkiye’nin de yer aldığı E7 ülkeleri, yükselen gelişmekte olan ekonomiler, dünya ekonomisindeki iddialarını katlarken, enerji arz güvenliğine de özel bir önem atfetmekteler. Bu nedenle, fosil yakıtların, bilhassa kömür ve sonrasında petrolün kullanımının bir an önce terk edilmesine yönelik çalışmalar ve baskılar, önde gelen gelişmekte olan ekonomilerin dünya ekonomisinde artan ağırlığını frenlemek, yavaşlatmak için kullanılan “örtülü” çabalar olarak ifade edilmekte. Söz konusu “örtülü” çabaları haklı çıkarmak adına yürütülen abartılı senaryolara dayalı iklim propagandası da, yeryüzünün sonunun geldiği, geri dönülemez noktada olunduğu, kırmızı alarm noktasında olunduğu yönündeki senaryolar da, kalkınmasını hızlandırmış gelişmekte olan ülkelerin enerji tedariğinde bir anlamda önlerine set çekmek için öne sürülen “tarife dışı engeller” olarak ifade edilmekte.
Küresel İklim Krizinde Fırsatlar ve Tehditler
Küresel iklim krizinin kabul edilebilir gerçekleri ışığında, dünya ekonomisi açısından en kritik tehdit, küresel ölçekte tarımsal üretimdeki sorunlar olarak öne çıkıyor. Küresel iklim değişikliğinin sebep olduğu aşırı kuraklık ve sel baskınlarının sebep olduğu ürün kayıpları, sıcaklıklardaki değişimin sebep olduğu üretim dalgalanmaları, küresel ölçekte tarım ve gıda arz güvenliğine yönelik endişeler, küresel iklim krizinin sebep olabileceği en kritik tehdit olarak algılanıyor. Küresel iklim krizinin tetikleyebileceği temiz su imkanlarına dair zorluklar, aşırı kuraklık ve sel baskınları, küresel ölçekte salgın hastalık tehdidini tetikliyor. Antibiyotik gibi bazı ilaç türlerinin etkisinin olumsuz yönde etkilendiği belirtiliyor. Artan aşırı sıcaklarla ve aşırı sert esen rüzgarlarla güç kazanan tarımsal üretime tehdit oluşturan hastalıkların artık kıtadan kıtaya kolayca atlaması ve dünyanın her yerinde tarımsal üretimin tehdit altında kalması ile “küresel gıda arz güvenliği krizi”nin büyümesinden endişe ediliyor.
Küresel iklim krizini yavaşlatacak bir çözüm olarak, temiz ve yenilenebilir enerjiye geçişi hızlandırmak adına, önümüzdeki 6 yıl için gelişmekte olan ülkeler için ucuz ve erişilebilir 8,4 trilyon dolar daha finansman bulunması gerekiyor. Bu nedenle, çok taraflı uluslararası kalkınma bankaları başta olmak üzere, temiz enerji, enerji ve iklim dönüşümü için özel ve ihtisaslaşmaya dayalı bir küresel fon oluşturulamaz ise küresel iklim krizini yavaşlatacak süreç için gereken koşullar oluşturulamamış olacak. Paris anlaşması hedeflerine ulaşabilmek için, 2030'a kadar toplam iklim finansmanında 4 kattan fazla, dış finansmanda ise 6 kattan fazla artış gerekiyor. Bu nedenle, başta Dünya Bankası, çok taraflı uluslararası kalkınma bankalarının borç verme kapasitelerini de 2030'a kadar üç katına çıkarmaları gerekecek.
Önümüzdeki dönemde temiz ve yenilenebilir enerji teknolojilerinde öncü rol üstlenebilecek ülkeler, karbon ayak izini azaltacak tedbirler ve yeni nesil üretim teknolojilerinde ilerleme kaydeden ülkeler, küresel iklim krizi ile mücadelede önemli fırsatları da yakalamış olacaklar. Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan, sera gazı emisyonunda ülkemizin tarihi sorumluluğu yüzde 1'in altında olmasına rağmen, kendi imkanlarımızı kullanarak çok önemli adımlar attığımızı hatırlatmakta. Türkiye’nin toplam kurulu güç içerisinde temiz ve yenilenebilir enerji kaynaklarının payını yüzde 55'e yükseltilmesi önemli bir fırsat penceresi. Türkiye'nin temiz ve yenilenebilir enerji alanındaki yatırımları, kurulu gücü ülkemizi Avrupa'da beşinci, dünyada ise on ikinci sıraya taşıyor. Dünya ekonomisinde iddiası olan 40 ekonomi arasında, temiz ve yenilenebilir enerjide böyle bir iddiaya sahip olmak, OECD çatısı altında da küresel iklim krizi ile mücadelede Türkiye'yi farklı konumlandırıyor.
Jeotermalde Avrupa'da 1'inci, dünyada 4'üncü, hidroelektrikte Avrupa'da 2'nci, dünyada 9'uncu olmak önemli bir iddia. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye'nin hidrojen teknolojileri stratejisinin de uygulamaya alındığını, net sıfır emisyon hedefi bağlamında çelik, alüminyum, çimento ve gübre sektörlerinde karbonsuzlaşma yol haritalarımızın tamamladığını ve son derece değerli bir eşik olarak, 2053'te Türkiye'nin temiz ve yenilenebilir enerjinin payını yüzde 69'a çıkarmakta kararlı olduğumuzu vurguluyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, iklim dönüşümünün adil olması adına, tüm gelişmekte olan ülkelerin iklim finansmanı kaynaklarına ve teknoloji transferi imkanlarına daha kolayca erişmelerinin öneminin de altını çiziyor. Türkiye’nin temiz ve yenilenebilir enerji potansiyeli ve teknoloji üretme kabiliyeti, küresel iklim krizinde Türkiye’nin hem 2053 net sıfır karbon hedeflerini yakalamasını sağlayacak, hem de geniş coğrafyalara ihracat potansiyeli açısından pek çok fırsatı da beraberinde getirecek.