Gazze’deki soykırımın altıncı ayını geride bıraktığımız şu günlerde, zihinleri en çok meşgul eden soru, İsrail eliyle gerçekleşen bu vahşetin ne zamana kadar devam edeceği yönündedir. Uluslararası arenada yükselen tepkilere, başlatılan girişimlere ve alınan aksiyonlara rağmen Siyonist yönetim, Gazze’deki saldırıları durdurmaya istekli bir görünüm çizmiyor. Özellikle İsrailli kimi siyasetçilerin Gazze’yi ilhak planından geri adım atmamak için saldırıların dozunun artırılması ve Refah’a mutlak surette kara harekatının başlatılmasının gerektiği yönündeki ifadeleri, Siyonist yöneticilerin ruh halinin anlaşılması ve bu patolojik durumun derinleştireceği felaketin habercisi niteliğinde.
İnsanlık tarihinde eşi benzeri az bulunur cinsten bir kitlesel yok etme stratejisinin uygulanmasına tüm dünya şahitlik ediyor. İsrail’in müttefiklerinin Tel Aviv’e baskı uygulamak yerine Filistin direnişini hedef göstererek dikkatleri dağıtma girişimi ve oluşturulan algılarla Aksa Tufanı’nın meşruiyetini yok sayması, işgal devletinin elini kolaylaştırdı. Nitekim ABD ve önde gelen Avrupalı devletlerin yöneticilerinin süreçte Netanyahu hükümetinin argümanlarını benimser mahiyetteki yaklaşımları, İsrail’in Gazze’ye en uzun soluklu saldırısını sürdürmesine de olanak tanıdı.
Bugüne değin bilindiği üzere Gazze defalarca İsrail saldırılarına maruz kaldı ve Siyonist yönetim eliyle masum insanların hayatını kaybettiği çok sayıda katliam gerçekleştirildi. Bunların akabinde uluslararası toplum tarafından verilen tepkiler nedeniyle işgal devletinin yöneticileri görece geri adım atarak, artan gerilimi düşürme ve tepkilerin önüne geçme siyasetini başarılı denecek bir şekilde uyguladı. Bu yolla agresif yayılmacılığını kanıksatan İsrail, saldırılarına karşı da uluslararası toplumu büyük oranda duyarsızlaştırdı. Tel Aviv’in Gazze ya da Batı Şeria’da yaptığı kısa süreli katliamlara karşı verilen düşük düzeyli tepkiler, bir bakıma İsrail-Filistin çatışmasında sıradanlaşan bir durum haline geldi. Lakin Aksa Tufanı’nın başladığı günden itibaren sahadaki duruma bakıldığında, Tel Aviv’in daha saldırgan ve gerilimi düşürmekten ziyade artırmaya yönelik bir tavır benimsediği müşahede ediliyor. Tam da bu noktada, 7 Ekim sonrası oluşan tablonun geçmişle kıyaslanamayacak bir düzeye ulaştığı göz önünde bulundurulduğunda, bu saldırganlığı tetikleyen iki ana unsurun olduğu dikkatlerden kaçmamaktadır: İsrail’in stratejik mağlubiyeti ve uluslararası aktörlerin Tel Aviv’in saldırılarına açıktan ya da zımnen verdiği destek.
Aksa Tufanı ve İsrail’in Büyük Kaybı
Devletin kuruluşunun ilan edildiği 14 Mayıs 1948’den bu yana İsrail tarihinde, savaşlar önemli bir yer tutmaktadır. 1973’teki Yom Kippur Savaşı esnasında Mısır ve Suriye’nin görece elde ettiği kazanımı dışarıda tutarsak, İsrail’in Arap devletleriyle yaptığı tüm savaşlardan ciddi bir zaferle çıktığını söylemek mümkündür. 2006’da Hizbullah ile yürütülen savaşta, hâkim imajı kısmen sarsılsa da İsrail bölgedeki kendi hakimiyeti eksenli statükoyu korumaya ve Filistin’deki işgalini genişletmeye devam etti. 2008, 2012 ve 2014’teki HAMAS ile girilen mücadelelerde İsrail’in ekonomik ve siyasi açıdan tolere edilebilir seviyede kayıpları olsa da Tel Aviv yönetimi söylemsel üstünlüğü elinde tuttuğu için, bu kayıplar devlete büyük bir zarar vermedi. Hatta Batı dünyasından hem yönetim hem de geniş kamuoyu düzeyinde bulduğu destek, İsrail’in süreci istediği şekilde yönlendirmesi ve büyük oranda karlı çıkmasıyla sonuçlandı. ABD Başkanlığına Donald Trump’ın seçilmesiyle beraber yeni başkanın izlediği Siyonist yönetimle uyumlu politikalar, bölgede yeni bir dönemin kapısını araladı. Trump’ın etkisiyle Arap dünyasındaki İsrail’le normalleşme adımları da Tel Aviv’in hiç olmadığı kadar güvenli bir ortamda işgal siyasetini yürütmesine ortam hazırladı.
Mayıs 2021’de Siyonist yönetimin Mescid-i Aksa’nın statüsünü değiştirmek ve Doğu Kudüs’teki demografik dönüşümü hızlandırmak için attığı radikal adımlar sonrası HAMAS’ın başlattığı Seyf’ül Kudüs (Kudüs Kılıcı) Operasyonu, HAMAS ve İsrail arasındaki mücadelenin seyrinde önemli bir kırılmaydı. Hem askeri açıdan kapasitesini artıran direnişin işgalciye karşı kararlı mücadelesi hem de Mescid-i Aksa’ya yönelik mütecaviz adımları nedeniyle İsrail’in uluslararası alanda daha fazla eleştirilmeye başlanması, Tel Aviv yönetimi için işlerin artık eskisi gibi olamayacağının işaretlerini vermekteydi. Kassam Tugayları öncülüğündeki Gazze Direnişinin kendi inisiyatifiyle 7 Ekim’de başlattığı operasyon, İsrail’in ummadığı bir gerçeklikle yüzleşmesine yol açtığı gibi aynı zamanda kendi tarihinin en büyük ve çok boyutlu yenilgisini tatmasını beraberinde getirdi.
Aksa Tufanı, ezberleri bozan mahiyeti ve psikolojik bariyerleri yıkması hasebiyle Filistin-İsrail çatışmasının seyrini değiştirdiği kadar Ortadoğu’nun siyasal ve toplumsal dengelerini sarsan bir etki bıraktı. Direnişin paradigmasının değiştiğini gösteren 7 Ekim sonrası gelişmeler, Filistin’in kolektif bir bilinçle işgale karşı aktif bir rol üstleneceğini tüm dünyaya gösterdi. Aynı zamanda, İsrail tarafının ve Siyonist yönetimi destekleyen uluslararası medya organlarının tüm manipülasyonlarına rağmen Filistin direnişinin ve halkının kararlı duruşu sayesinde söylem üstünlüğünü ele geçirmesiyle, Netanyahu yönetimi, geçmişteki savaşlara nazaran çok farklı bir sınavla karşı karşıya kaldı. Daha öncesinde HAMAS’ı ve Filistin direnişini şeytanlaştırarak Batı dünyasından aldığı destekle işgaline meşru bir kılıf uydurmaya çalışan ve bu stratejisinde genellikle başarıya ulaşan Netanyahu, Aksa Tufanı’nın oluşturduğu tesir karşısında büyük bir acziyet hissetti. Kassam Tugayları’nın operasyonun ilk saatlerinde elde ettiği başarı ve akabinde Gazze’deki tüm direniş unsurlarının İsrail ordusuna ve ekonomisine verdirdiği ağır kayıplar, Siyonist yönetimin ilk defa bu kadar derinden bir korku hissetmesiyle sonuçlandı. Bu korkunun yol açtığı irrasyonellik neticesinde, Tel Aviv yönetimi Gazze’deki direnişi bitirip bölgeyi ilhak etmek için tarihinde hiç olmadığı kadar büyük bir saldırganlık örneği sergiledi.
Uluslararası Gelişmeler Filistin'in Geleceği İçin Önemli
İsrail’in Gazze’ye havadan, denizden ve karadan saldırılarında özellikle sivilleri hedef alması, bu durumun tam manasıyla bir soykırıma evrilmesi anlamına geliyor. Hastane, yaşlı bakım merkezi, ibadethane, okul, üniversite, ilaç depoları gibi savaş anında korunması gereken yerlerin işgal devleti uçakları tarafından vurulması, yardım kuyruğunda bekleyen insanların üzerine bomba yağdırılması, bölgeye yardım girmesine izin vermeyerek insanların açlık ve susuzluktan ölüme terk edilmesi gibi hususlar, Gazze’de yaşamı sonlandırmaya ve Filistinlilerin topraklarını kati surette terk etmeye zorlama stratejisinin fiili yansımalarıdır. Geçmiş tecrübelerine bakıldığında İsrail’in yeri geldiğinde saldırgan tutumuna ara vermesi ve uluslararası toplumun nabzını düşürmesi alışılagelmiş bir durumken, Netanyahu hükümetinin taviz vermeye yanaşmaksızın devam ettirdiği tutum, İsrail’in küresel siyasette ve dünya kamuoyu nezdinde kaybettiği itibarıyla doğrudan ilişkilidir.
Uzun on yıllardır hem üstün teknolojisiyle sahada hem de siyasi, ekonomik ve medya gücüyle masada kazanan bir İsrail söz konusuydu. 7 Ekim sonrası ise İsrail, Gazze Şeridi’nde karşılaştığı güçlü direnişten ötürü sahada ciddi kayıplar vermeye devam etmektedir. 17 yıldır abluka altındaki bir bölgeden ve son altı aydır taş üstünde taş bırakmayacak türden saldırılara rağmen, direniş unsurlarının işgal ordusuna geçit vermemesi ve bölgenin bazı kısımlarından çekilmeye zorlaması, Netanyahu ve ekibinin amaçlarına ulaşmasını büyük oranda engellemektedir. Ayrıca İsrail hazine bakanı tarafından aylar önce yapılan Gazze Savaşı’nın günlük maliyetinin yaklaşık 250 milyon dolar olduğu yönündeki açıklama, Tel Aviv’in sadece askeri bağlamda değil aynı zamanda ekonomik açıdan da ciddi bir kayıp yaşadığına işaret etmektedir. Kassam ve diğer direniş gruplarının imha ettiği sayısız tank, askeri araç, İHA ve işgal ordusunun elindeki diğer araç ve mühimmat hesaba katıldığında; ayrıca tarım, turizm, ticaret ve üretim alanında yaşanan dolaylı kayıplarla beraber İsrail ekonomisinin büyük bir krizle yüzleştiğini ifade etmek yerinde olacaktır.
İsrail’in iç dinamikleriyle bu faktörlerin yanında şüphesiz uluslararası arenadaki gelişmeler de Filistin’in geleceği açısından hayati önemi haizdir. Güney Afrika Cumhuriyeti’nin Uluslararası Adalet Divanı’nda İsrail’e karşı soykırım suçu işlediği gerekçesiyle açtığı dava, bugüne kadarki ezberleri bozan bir başka hamledir. Holokost anlatısı ve antisemitizm bahanesine sığınarak mağdur rolü oynayan ve her koşulda Filistin direnişini suçlu göstererek kendine konforlu bir alan oluşturan İsrail, 7 Ekim sonrasında bu imtiyazlı tutumunu, geniş kitleler nezdinde büyük oranda kaybetmiştir. Her ne kadar hâlâ Batı dünyasından yönetimler düzeyinde ciddi bir destek bulsa da halklar nezdinde meşruiyetini yitiren işgal devleti, artık kitleleri ikna edecek argümanlarını tüketmiş ve uluslararası toplumun vicdanında ciddi şekilde yargılanmaya başlamıştır. Aksa Tufanı’nın üzerinden aylar geçmesine rağmen hâlâ İsrail karşıtı protestoların dünyanın dört bir yanında devam ediyor oluşu ve boykot kültürünün ciddi şekilde yaygınlaşması, İsrail’in yüzleştiği mağlubiyetin bir diğer boyutunu oluşturmaktadır.
Devrim Niteliğindeki Kırılmalar Gelecek
Kassam mücahitlerinin operasyonu sonrası hissettiği korkunun yol açtığı irrasyonellikle Gazze’ye şiddetli bir şekilde saldıran İsrail, askeri ve ekonomik zararının yanında kaybettiği itibarı nedeniyle de ara vermeksizin soykırımı sürdürmektedir. Elinde kendini meşru gösterecek hiçbir imkan kalmayan Netanyahu yönetimi, dönüşü olmayan bir yola girdiklerinin bilincinde olduklarından tüm sınırları zorlayarak İsrail’in tarihindeki bu büyük yenilgisini ertelemeye -bir ihtimal engellemeye- çalışmaktadır. Aslında son günlerde savaşın Lübnan’a genişlemesi gerektiği yönündeki İsrailli yetkililerin açıklamalarına bakıldığında, ana amacın dikkatleri Gazze’den başka bir yöne çekmek ve özellikle de BM Güvenlik Konseyi’nin ateşkes kararıyla Batı dünyasından İsrail’e azalan desteği yeniden kazanmak olduğu söylenebilir. Son tahlilde İsrail, Aksa Tufanı’nın çığır açan etkisi sonrasında insani ve vicdani bağlamda savaşı kaybettiği gibi aynı zamanda ekonomik, siyasi, diplomatik ve askeri alanda da savaşı büyük oranda kaybetmektedir. İşgal devletinin bu stratejik mağlubiyeti, önümüzdeki yıllarda Filistin ve İsrail hattında devrim niteliğindeki kırılmalara mutlak surette kapı aralayacaktır.