ABD'de başkanlık koltuğuna oturan Trump'ın izleyeceği dış politikanın çerçevesi belirginlik kazanmaya başladı. Bu bağlamda Amerikan dış politikasındaki değişimin Türkiye-ABD ilişkilerine nasıl yansıyacağı ve önceki dönemde oluşan çatlakların onarılıp onarılmayacağı merak ediliyor. Bununla birlikte Suriye krizi ve Ortadoğu denklemi de düşünüldüğünde iki ülke ilişkilerinde merkezi konumda bulunan güvenlik konusunu dosyada masaya yatırdık.
Trump’ın ABD başkanı seçilmesi birçok konuda olduğu gibi Türkiye-ABD ilişkileri konusunda da analiz yapmayı zorlaştırdı. Tarafsız gözükme derdinde olan birçok analist geleceğe dair projeksiyon çizmekten kaçınarak Türkiye-ABD ilişkilerinin geldiği noktayı tartışmanın merkezine oturtmayı tercih etmektedir. Daha tarafgir bir noktadan bakanlar ise hem hala Trump’ın başkan seçilmesini hazmedememiş durumda hem de Türkiye’nin ABD ile daha kötü bir dönem yaşayacağına dair kurgular peşinde. Halbuki uluslararası ilişkilerin analizini yapmak için de kullanılan birtakım çerçeveler vardır. Devletler uluslararası yapının işleyişine göre çıkarlarını önceleyerek hareket ederler. Bu çıkarlar kimi zaman iş birliği yapmayı kimi zaman ise çatışmayı gerektirir. Devletler bazen istemedikleri seçenekleri kullanmak zorunda kalır bazen de niyet etmedikleri noktalara sürüklenir. Ülkelerin dış politikası ve diğer devletlerle kurduğu ilişkiler uluslararası sistemin devletlere nasıl bir hareket alanı tanıdığı, aktörlerin bu alanı ve hangi araçları nasıl kullandığına göre şekillenir.
Türk-Amerikan ilişkileri de bu varsayımın dışında değildir. Soğuk Savaş dönemi iki nükleer gücün birbiriyle rekabetine dayalı olarak tanımlanmakta ve devletler de içinde bulunduğu kampın stratejik önceliklerine göre davranmaktaydı. Bu dönemde Türkiye-ABD ilişkileri de bu çerçevede şekillendi. Kıbrıs krizi sebebiyle yaşanan gerilim dahi ilişkilerin bu doğasını etkilemedi. Soğuk Savaş sonrasında ise oluşan jeopolitik boşluğu kullanan ve yeni şartlara adapte olmaya başlayan Türkiye’nin ABD ile ilişkileri yine müttefiklik çizgisinde devam etti.
AK Parti dönemi ile birlikte ise yeni dış politika araçlarının devreye girmesine rağmen ilişkilerin mahiyetinde önemli bir dönüşüm yaşanmadı. 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi bir gerilime neden olduysa da Obama’nın Kanada’dan sonra ilk yurt dışı ziyaretini Türkiye’ye yapması ve Türk-Amerikan ilişkilerini “model ortaklık” olarak tanımlaması ilişkilerin rasyonel bir düzlemde yürüdüğüne işaret etmişti. İkili ilişkilerin gerilmesi ise Obama yönetiminin Türkiye’nin çıkarlarını göz ardı ederek bölgesel dönüşümlere yaklaşması ile gerçekleşti. Obama’nın bölgede İran’la nükleer anlaşmayı önceleyen ve ABD’nin geleneksel müttefiklerini güvenlik problemleri ile karşı karşıya bırakan stratejisi Türkiye’ye de yansımış ve ABD ile sahip olduğu müttefiklik ilişkisine gölge düşürmüştür.
Ocak 2017’de göreve başlayan Trump’ın nasıl bir stratejiye sahip olacağı, Ortadoğu’da neyi önceleyip hangi araçları kullanacağı ve Suriye krizine ne kadar müdahil olacağı gibi sorular çokça tartışıldı. Trump’ın popülist bir imaj peşinde olduğu ve Amerikan halkıyla bu popülist söylemler üzerinden irtibat kurmaya çalıştığı artık iyice görünüyor. Söz konusu dış politika ve uluslararası ilişkiler olduğunda ise nasıl bir çizgi izleneceği merak konusu. Trump’ın seçilmeden önce tedavüle soktuğu ve göreve başladıktan sonra devam ettirdiği dış politika söylemleri bütünlüklü bir strateji izlemeyeceğinin göstergesi.
Trump ve ekibinin Ortadoğu ajandasına bakıldığında neredeyse bütün kartlarını açtığı görülüyor. Başta Kudüs üzerinden dile getirdiği İsrail meselesi olmak üzere İran dosyasından Müslüman Kardeşler’e, Suriye krizinden DEAŞ’la mücadeleye, Irak’tan PYD’ye kadar bütün konularla ilgili söylemsel düzeyde de olsa bazı işaretler vermiş durumda. Bu konuların hepsi de belirli düzeylerde Türkiye’yi ilgilendiren bir mahiyete sahip. Bu konuların her biri Türkiye için oldukça önemli. Ancak hem Türkiye hem de ABD için bir öncelikler sıralaması olacaktır. Mevcut konjonktür göz önünde bulundurulduğunda ekonomik ilişkiler ya da Türkiye’nin AB üyeliği gibi dolaylı meseleler değil güvenlik eksenli konular ile bölgesel siyaseti etkileyecek stratejiler ilişkilerin merkezine oturacaktır. Bunun temel sebebi ise son yıllarda yaşanan bölgesel dönüşüme Obama yönetiminin verdiği tepkilerin Türkiye’ye maliyetidir. Bu açıdan bakıldığında hem Türkiye-ABD ilişkilerini hem de Ortadoğu coğrafyasının geleceğini belirleyecek en önemli güncel konular FETÖ, Suriye krizi/PYD, NATO’ya yönelik yaklaşım ve ABD’nin İran’a karşı takınacağı tavırdır.
Hem Türkiye hem de iki ülke ilişkilerinin en sıcak konularından biri FETÖ meselesidir. 15 Temmuz askeri darbe girişiminden sonra Gülen’in iadesi iki ülke arasındaki ana gündem konularından biri olmuştur. Gerek Cumhurbaşkanlığı seviyesinde gerekse bürokratik düzeyde iade meselesi birçok kez dile getirildi. Terör örgütlerinin tasfiye edilmesinin en önemli boyutlarından birisinin lider kadrosunun etkisizleştirilmesi olduğu düşünüldüğünde Gülen’in iadesi Türkiye için kritik önemi haiz bir nokta olmuştur. Darbe girişiminin ardından 16 Temmuz Cumartesi gününden itibaren Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD yönetimine hitaben model ortaklığı hatırlatarak “darbe girişimini yöneten örgütün başındaki zatın Türkiye’ye iadesi”ni yüksek sesle dile getirmeye başladı. Obama yönetiminin meseleyi siyasi ve güvenlik düzleminden hukuki boyuta taşıması, iki ülke arasında zaten gergin olan ilişkilerin daha da gerilmesine neden oldu. Dolayısıyla yeni dönemde ilişkilerin nasıl şekilleneceği üzerinde yeni Başkan Trump’ın bu konuda atacağı adımlar da pay sahibi olacaktır. Türkiye gerek siyasi gerekse hukuki düzeyde iade şartlarını yerine getirmiştir ve hemen her fırsatta bu talebini yinelemektedir. 2017 Münih Güvenlik Konferansı’nda Başbakan Yıldırım ile Başkan yardımcısı Pence arasındaki görüşmelerin gündem maddelerinden birinin iade meselesi olduğu Başbakan tarafından açıklandı. Obama dönemine göre birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Türkiye’nin daha iyimser bir beklenti içinde olduğu ifade edilebilir. Ancak Türkiye’nin beklentisi ancak somut adımların atılması ile karşılanmış olacaktır. Gülen’in iade edilmesi ya da en azından üçüncü bir ülkeye gönderilmesi Türkiye’nin somut beklentisidir.
ABD-PYD İlişkileri Nereye?
ABD Başkanı Donald Trump’ın seçim kampanyası süresince gündemde tuttuğu en önemli konu DEAŞ’la mücadele oldu. Ankara’nın PKK’nın Suriye kolu PYD ile ilgili Washington yönetimine getirdiği itirazlar da, Trump’ın DEAŞ’la mücadele konusunda ne kadar acele edip etmeyeceğiyle yakından ilgili olacak. İç politikada medya baskısı ve skandallar ile bunalan Trump yönetimi dışarıda hızlı bir başarı kazanmaya muhtaç. Bu başarı DEAŞ’ın sözde başkenti olan Rakka’ya operasyon olabilir. Trump’ın DEAŞ planını rafa kaldırması ve yeni bir planın hazırlanmasını istemesi Türkiye için önemli bir fırsat.
Bu da operasyon için Türkiye’nin de arzuladığı şekilde 10-12 ay arası beklemek yerine, olabildiğince çabuk bir şekilde harekete geçileceği ve PYD’nin içinde bulunmadığı bir operasyon olacağı beklentisi yaratıyor. Trump yönetimi ise Türkiye ile ilişkileri gözettiğini açıkça deklare ederken PYD-YPG’yi kullanmaya yönelik niyetlerinin devam ettiğine dair işaretler de geliyor.
Bu çelişkinin kaynağı Obama’nın PYD-YPG’yi merkeze alarak bu örgüte yaptığı yatırımdı. CENTCOM sahada 25 bini YPG ve 20 bini Arap olmak üzere DEAŞ’a karşı 45 bin kişilik bir askeri güç oluşturduğunu belirterek etkili bir operasyon için alternatif bir gücün oluşturulması düşüncesine sahip. CENTCOM Rakka operasyonu için danışman rolündeki ABD askerlerinin sayısının artırılması ve YPG ile müttefiklerine ağır silahlar verilerek şehre bir kuşatma uygulanmasından yana. Ancak bir Arap şehri olan Rakka için YPG yerine Türkiye ve ABD’nin desteği ile Arap ağırlıklı güçlerin devreye girmesi gerekiyor. Son zamanlarda ABD’nin özel kuvvetlerini artırdığı ve Türkiye’nin de destek vereceği bir operasyon ihtimali de ağır basıyor.
Şubat ayında Washington’a giden Türk heyeti de bu çerçevede SDG içindeki Arap güçlerinin Türkiye ve desteklediği güçlerle hareket ederek, ABD Özel Kuvvetleri’nin de iştirakiyle Rakka operasyonuna katılması teklifinde bulundu. Buna göre YPG kesinlikle bu operasyon içerisinde yer almamalı. Trump yönetimi CIA Direktörü Mike Pompeo’yu göndererek Türkiye’yi bu anlamda dinlemeye hazır olduğunu gösterdi. Pompeo, YPG’ye komünist bir grup olduğu için oldukça şüpheyle yaklaşan biri. Fakat PYD meselesinde ipler CIA’de değil Savunma Bakanı Mattis’in elinde.
Bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda vurgulanması gereken birkaç nokta bulunuyor: Birincisi Obama’nın PYD-YPG üzerinden kurduğu stratejinin sahadaki ağırlığı devam ediyor. İkincisi ABD yönetimi içinde hem genel anlamıyla Suriye krizi hem de PYD-YPG ile kurulan ilişkiler açısından önemli görüş farklılıkları mevcut. Trump yönetiminin Obama döneminden farklılaşma isteği ve geleneksel müttefiklerle çalışmaya yatkın görüşleri yeni bir Suriye ve DEAŞ’a karşı yeni bir mücadele stratejisi ortaya koymasını gerektirmektedir. Trump döneminde sahadaki gelişmeler hem Türkiye-ABD hem de ABD-PYD ilişkilerini doğrudan etkileyecek. Fırat Kalkanı Harekatı’nın yanı sıra Türkiye’nin daha yaratıcı çözümler ve etkili seçenekler ile masaya oturması şart.
NATO ve Türkiye-ABD İlişkileri: İttifak İçinde İttifak
Trump’ın ABD başkanı seçilmesi ile birlikte “Türk-Amerikan ilişkilerinde NATO nerede duruyor” ve “Donald Trump’ın başkanlık döneminde bu konuda nasıl gelişmeler beklenebilir” soruları yeniden tartışılmaya başlandı.
Avrupalı müttefiklerin yakın bir döneme kadar Ortadoğu’daki gelişmelere pek ilgili olmamaları ve bu bölgeden ulusal güvenliklerine ciddi bir tehdit algılamamalarına karşın, küresel bir güç konumunda olan ABD’nin bölgeye ilgisi, gerek petrol yataklarının zenginliği gerekse İsrail devletinin varlığı sebebiyle oldukça yoğun olmuştur. Bu noktada Türkiye’nin hem İttifak üyesi olması hem de Ortadoğu’ya olan yakınlığı dolayısıyla Türk-Amerikan ilişkilerinde bölge öncelikli ve belirleyici bir rol oynamıştır.
Türkiye ile diğer NATO üyesi ülkeler arasındaki ilişkilerin seviyesinden farklı oranda gelişmesi sebebiyle Türk-Amerikan ilişkilerini “İttifak içinde ittifak” olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır.
Öte yandan Türkiye, Ortadoğu bölgesinden kaynaklanan tehditler karşısında ABD ile ikili düzeyde girişimler içinde olmaktan kaçınmış ve olası askeri harekat planlarının İttifak’ın tümünün katılımı ile gerçekleştirilmesi konusunda ısrarcı olmuştur. Bu tutumunun en önemli sebebi Türkiye’nin “süper güç” ABD’yi diğer Avrupa devletleri ile dengelemek istemesi ve Amerikan yönetimlerinin Ortadoğu’ya yönelik planlarının asıl amaçları konusunda şüphelerinin bulunması olmuştur.
Türkiye’nin ABD ile olan ilişkilerinde dikkate aldığı bu temel prensip, iki kutuplu sistemin hakim olduğu Soğuk Savaş döneminin kapanması, Sovyetler Birliği’nin dağılması, Ortadoğu’da Birinci ve İkinci Körfez savaşlarının yaşanması, Arap Baharı gibi uluslararası ilişkilerde dönüm noktası niteliğindeki gelişmeler karşısında da fazla değişmemiştir.
ABD başkanı seçilen Donald Trump’ın gerek seçim süreci gerekse başkan olarak göreve başlamasının hemen sonrasında NATO’nun işlevi ve yapısı ile ilgili olarak dile getirdiği eleştirileri ve alışılmadık önerileri İttifak’ın ne kadar ömrünün kaldığı ve müttefiklerin karşı karşıya kalabilecekleri tehditlerin caydırılmasında ne derece etkili olacağının sorgulanmasına yol açmıştır. Bu durum doğal olarak Türkiye’yi de yakından ilgilendirmektedir.
İş dünyasından gelen Trump’ın Kuzey Atlantik İttifakı’nı da çok uluslu bir şirket gibi yönetme ihtimali tartışılmaya başlanmıştır. Dünya üzerindeki en köklü ve en güçlü askeri yapılanmanın, lider ülkesi de olsa sadece bir üyesinin devlet başkanının tercihlerine bağlı olarak, hem kendi kurumsal kimliği hem de üyelerinin güvenliğini zafiyete uğratacak konuma gelmesini ve işlevini kaybetmesini beklemek doğru olmayacaktır.
Uluslararası ortamda çok sayıda tehdidin tanımlandığı günümüzde “güvenlik boşluk kabul etmez” prensibini en iyi bilen uzmanlardan oluşan NATO üyelerinin böylesi bir gelişmenin önünü açmaları beklenemez. Nitekim Trump’ın kabinesinde yer alan asker kökenli Savunma Bakanı James Mattis konuyla ilgili net değerlendirmeler yapmış ve son olarak 2017 günü Münih Güvenlik Konferansı sırasında hem müttefiklerin güvenliği hem de uluslararası ortamın istikrarı bakımından NATO’nun önemini bir kez daha vurgulamıştır.
Uluslararası güvenlik alanında yaşanan gelişmelerin ortaya koyduğu tehditlerin ağırlığı ve ciddiyetini başkanlık döneminin ilk aylarının sonunda tam olarak algılaması ve karar vermeden önce konunun uzmanlarına danışması umulan Donald Trump’ın, Cumhuriyetçi yönetimlerin Demokratlara nazaran Türkiye’ye daha fazla önem atfetmesi geleneği doğrultusunda Türk-Amerikan ilişkilerinde “sağlam müttefik” (staunch ally) konumuna dönülmesini sağlamasını beklemek anlamsız olmayacaktır.
Türkiye-ABD İlişkilerinde İran Faktörü
Türk dış politikası gerek geleneksel gerekse mevcut parametreleriyle düşünüldüğünde ABD’nin İran politikası ve muhtemel eylemlerinin birçok açıdan Türkiye’yi etkilemesi kaçınılmazdır. Yine aynı şekilde İran’ın ABD ile olan ilişkileri de Türk-Amerikan ilişkilerinde etkili olmaya devam edecektir. Obama’nın nükleer anlaşmayı öncelemesi dolayısıyla İran’a açtığı alan Türk-Amerikan ilişkilerini nasıl gerdiyse, Trump ve ekibinin İran’a karşı kullandığı söylemler de Türkiye-ABD ilişkilerinin bir önceki döneme göre farklılaşacağının işareti olarak okunabilir.
Türkiye sadece ikili düzeyde değil aynı zamanda bölgesel istikrar açısından da İran’ı bölgede önemli bir ortak olarak görmektedir. Ancak Türkiye İran’ın nükleer silah elde etmesine kesinlikle karşıdır. Bu karşı çıkış yalnızca nükleer silaha sahip bir İran’ın Türkiye’ye oluşturacağı tehditten dolayı değil bölgesel düzeyde neden olacağı büyük gerilimler ve istikrarsızlıktır. Türkiye Arap Baharı sonrası istikrarsızlaşan Ortadoğu’da yeni bir istikrarsızlık kaynağı istememektedir. Aynı şekilde nükleer güce sahip bir İran stratejik bakımdan da bölge dengelerini değiştirecek ve bu da Türkiye’nin bölgesel politikaları bakımından aleyhine olacaktır.
2015’te imzalanan nükleer anlaşma ile Amerikan yönetimi İran’ın bölgede daha etkin bir rol oynamasının önünü açmıştır. İran’ın da bunu bölgedeki nüfuz alanlarını genişletmek için bir fırsata çevirmesi bölgedeki mezhepsel gerilimin önünü açmıştır. Obama yönetiminin Ortadoğu’daki geleneksel müttefikleriyle ters düşme pahasına İran politikalarına yakınlaşması ve başta Irak, Suriye ve Yemen olmak üzere İran’ın bölgesel müdahalelerini kolaylaştırıcı rol oynaması bölgedeki kaos ve istikrarsızlığın ana nedenlerinden biridir. Bu açıdan İran tehdidi, İsrail ile başta Suudi Arabistan olmak üzere birçok bölge ülkesini yakınlaştırmış, bölgesel bir bloklaşma oluşturmuş ve bölgesel gerginliği artırmıştır. Doğal olarak başta Türkiye olmak üzere bölgedeki geleneksel müttefikleri ABD’ye karşı bir güven bunalımına girmiştir.
ABD’nin eski dostlarıyla kavgaya tutuştuğunu ve şimdi bu ülkelerin yardım için başka yönlere kaydığını belirten Trump’ın, “Dostlarımıza ve müttefiklerimize sesleniyorum. Amerika yeniden güçlü ve güvenilir bir müttefik olacak. En sonunda Amerika’nın çıkarları ve müttefiklerimizle paylaştığımız çıkarlar temelinde tutarlı bir dış politikamız olacak” sözleriyle Ortadoğu’da geleneksel müttefikleriyle yeniden bir iş birliğine gideceği anlaşılmaktadır. Trump’ın başkan olduktan sonra da devam ettirdiği “bir numaralı terörist devlet” gibi İran’a yönelik sert söylemleri, nükleer anlaşmayı eleştiren yaklaşımı ve İran’ın da içinde bulunduğu yedi ülkeye getirdiği seyahat yasağı bunun ilk sinyalleri olarak değerlendirilebilir. Trump, Obama yönetimi döneminde İran’ın Irak ve Suriye’de etkin olduğu, “Şii Hilali” söyleminin kabul görmeye başladığı ve bu durum karşısında Türkiye ve Suudi Arabistan gibi geleneksel müttefiklerinin ABD’ye güvenini kaybettiği bir mirası kabullenmek istemeyecektir. Trump’ın söylemlerinin yeni Amerikan yönetiminin politikalarına dönüşmesi İran’ın Rusya’ya daha fazla yakınlaşmasına neden olabileceği gibi, ABD-Türkiye ilişkilerine olumlu yönde yansıyacağı öngörülebilir. Böyle bir durumda Rusya-İran eksenine karşı ABD-Türkiye ekseni muhtemeldir. Suriye’de çözüm ve Rus-İran yayılmacılığını sınırlamak isteyen Trump için ittifak kurabileceği en önemli aktörlerden biri Türkiye’dir.
Obama döneminde neredeyse dip noktasını görmüş olan Türkiye-ABD ilişkileri, Donald Trump’ın başkan seçilmesiyle birlikte “ihtiyatlı iyimserlik” olarak tanımlanabilecek bir düzleme oturdu. Bunun temel sebebi Türkiye’nin yeni bir başkan seçilmiş olmasını fırsata çevirme arayışı ve Trump’ın geleneksel müttefikleri ile iş birliği kurmaya yatkın söylemleri kullanmış olmasıdır. Yine de Trump döneminde Türkiye-ABD ilişkilerinin nasıl şekilleneceği sorusuna cevap verme çabası gerçekçi bir zemine dayanmak zorundadır. Bu zeminin başlıca unsuru uluslararası ilişkilerin değişen koşullarıdır. ABD’nin sahip olduğu askeri ve ekonomik güç mevcut koşullarda onu çok avantajlı bir noktada tutmaktadır. Dolayısıyla yöneleceği stratejik tercihler de Türkiye-ABD ilişkileri üzerinde belirleyici olacaktır.
Sonuç olarak Trump’ın ABD’nin 45. Başkanı olduğu unutulmamalıdır. Trump dönemine dair beklentiler ne gereksiz bir pesimizme ne de anlamsız bir romantizme neden olmalıdır. Bunun yerine başta güvenlik alanı olmak üzere birçok sıcak gündemi bulunan Türkiye, Trump yönetiminin tercih edebileceği seçenekleri göz önünde tutmalı ve birçok konuda alternatif stratejiler geliştirmelidir. Yeni dönem bu meselelerde mesafe kat etmek, başka bir deyişle güvenliğini sağlamak ve bu durumu istikrara kavuşturmak için yeni bir fırsattır. Bu mümkün olmazsa Trump yönetiminin atacağı adımların yaratacağı maliyetten kaçınılmasını sağlayacak bir tavır takınılmalıdır.