Kriter > Siyaset |

Atatürk Muhafazakar Siyasetin Neresinde?


Türk tarihi Mithat Paşa’yı 19. yüzyılın en kabiliyetli devlet adamları arasında zikrederken haris bir kişiliği olduğunun altı sık sık çizilir.

Atatürk Muhafazakar Siyasetin Neresinde

Türk tarihi Mithat Paşa’yı 19. yüzyılın en kabiliyetli devlet adamları arasında zikrederken haris bir kişiliği olduğunun altı sık sık çizilir. Kendisine atfedilen ve “Sultan Abdülaziz’in katlinde dahli var mıdır yok mudur?” tartışmalarını dahi gölgede bırakan bir söz felaketinin en büyük sebebi olarak ifade edilir: “Bu vakte kadar Al-i Osman olarak gelmiş bu vakitten sonra da Al-i Midhat oluversin”.

Mithat Paşa hakikaten böyle bir söz etmiş midir bilemiyoruz. Ancak bu gibi bir sözün şüyuu vukuundan beterdir. Osmanlı toplumu açısından kabul edilebilir bir söz değildir. Devletin kendisinde vücut bulduğu hanedana karşı böylesi bir hakaretin ihtimali dahi kişinin helakı için yeter şeydir.

Cumhuriyet’e geçiş devletin şahsında temsil edildiği figürü değiştirdiyse de bu kültürü değiştirmedi. Soyutlamaya alışkın olmayan Türk aklı devletini bir kurumdan ziyade bir şahısta sembolleştirmeye yatkın olduğu için daima görünür bir devlete ihtiyaç duydu. Hiç şüphe yok ki Atatürk son yıllara kadar halkın nazarında devleti temsil eden kült figür olarak kaldı. Onun haricinde devleti temsil sadedinde kült figür olmayı başaran yegane istisna İsmet Paşa olmuştur. Milli Şef sembol figür olmasını sadece İstiklal Harbi’nde elde ettiği başarılara borçlu değildir.

Aksine Atatürk sonrası her kademesi kendisine bağlı askeri ve sivil bürokrasi yaratarak “devletleşmiştir.” İnönü’nün Menderes’e ettiği o meşhur “Sizi ben bile kurtaramam” sözü demokrasicilik oyununa rağmen devletin tüm kademelerine hakim olduğu ve devletin bizatihi kendisi olduğu gerçeğini hatırlatmaktan başka bir anlama gelmemekteydi.

İsmet Paşa sonrası Türkiye tüm kademeleriyle devletin kendisinde tecessüm ettiği ikinci bir siyasi isim çıkarmayı başaramadı. İsmet Paşa sonrası girilen bu fetret döneminde devlet Atatürk’ün şahsında sembolleştirildi. 28 Şubat’ın en hukuksuz uygulamaları dahi bu kültün gölgesi altında meşrulaştırılarak topluma dayatıldı ve bu figür sayesinde devletin bir tasarrufu şeklinde sunuldu. Devletin şahsında temessül ettiği şahsın herkes tarafından sübjektif olarak yorumlanabileceği böylesi bir ortamda güçlü olan tarafından manipüle edilmesi 28 Şubat hukuksuzluğunu doğurdu.

 Fetret Erdoğan ile Son Buldu

15 Temmuz Türk tarihinde bir dönüm noktası olarak anılmayı pek çok sebeple hak eder. Bunların en önemlilerinden biri ise İsmet Paşa sonrası girilen devletleşmiş lider fetretinin Erdoğan ile son bulmuş olduğunun ispatı olmasıdır. Devlet bütün kurumlarıyla FETÖ’nün karşısında dururken toplum Erdoğan’dan gelen çağrıyı bir Erdoğan çağrısı olarak değil devletin seferberlik çağrısı olarak okumuştur. Bunun en önemli ispatı vatandaşların o menfur gecede devlet malına zarar vermemek için gösterdiği azami ihtimam ve kendisine simge olarak bayraktan başka bir şeyi seçmemiş olmasıdır.

Erdoğan mücessem devlet olarak konuşmuş, kurumlar ve vatandaşlar devlete bağlılığını ortaya koymuştur. Sadece askeri ve sivil bürokrasinin Erdoğan’ın emrine uyduğunu söylersek eksik bir iddiada bulunmuş oluruz. Zira başta MHP olmak üzere, Vatan Partisi ve muhalefeti temsil eden irili ufaklı nice sivil toplum kuruluşu Erdoğan’ın çağrısında devleti görmekten geri durmamıştır. Bu durum Erdoğan’ın liderliğinin devletle ne derece eklemlendiğini gözler önüne sermektedir. Buna ek olarak CHP ve HDP’nin 15 Temmuz sonrası süreçte devletin her türlü tasarrufunu Erdoğan’dan bilmesi ve “diktatöre başkaldırı” olarak tanımladıkları bir muhalefetin içine girmeleri iddiamızın sağlamasını yapmak açısından çok kıymetlidir. Bağımsız mahkemelerin kararlarının ardında dahi Erdoğan’ı gören, Erdoğan’a bakınca devleti görüyor demektir.

Muhafazakarların Atatürk ile Bir Sorunu Olamaz

Erdoğan’ın kimilerince 10 Kasım açılımı olarak adlandırılan Atatürk söylemi ile oy hesabı içinde olduğunu iddia edenler ne yazık ki kamuoyunun reflekslerinden yola çıkmıyor. Aksine bir siyasal ezberi tekrar ediyor. Erdoğan’ın oylarına talip olduğu kitle tarafından yönlendirildiğini iddia etmek Erdoğan seçmen ilişkisinin kodlarını doğru okumamaktan kaynaklanıyor. Erdoğan bu iddiaların aksine en baştan beri kitlesini yönlendiren ve pozisyonunu seçmene kabul ettiren bir siyasetçi portresi çiziyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın yapmak istediği şeyin bir seçmen talebine cevap vermenin çok ötesinde olduğu gerçeğini göz ardı etmemek gerekiyor.

Muhafazakar bir kitleye liderlik eden Erdoğan’ın Batı’da adlandırıldığı şekilde İslamcı bir partinin genel başkanı olduğunu öne sürmek siyasetin gerçekleri ile yorumlanabilir cinsten değil. AK Parti’nin ANAP ve DYP’nin kendi arasında pay ettiği pastanın önemli bir bölümünü Refah Partisi’nden müdevver kitle ile birleştirdiğini görmek için siyaset bilmeye lüzum yok. Bir parça matematik bilgisi bu aritmetiği görmeyi mümkün kılıyor. Söz konusu kitlenin muhafazakar bir kitle oluşu, hangi söylemlere açık hangi söylemlere kapalı olduğunu tahmin etmek bakımından bizlere çok önemli ipuçları veriyor.

Kendisine eklemlenmiş bulunan küçük bir İslamcı grup hariç muhafazakar kesimin bir Atatürk sorunu olduğunu öne sürmek mümkün değildir. Aksine muhafazakarlık devleti ve devletin sembol şahsını hatasıyla-sevabıyla kabul etmek ve sembolize ettiği devletten ayırmamak üzerine kurulu bir pratiktir. Söz konusu muhafazakarlık Batı’da “ex Cathedra” bir kabul pratiği üzerine kurulmuşken Sünni Türk Müslümanı açısından ululemre itaat, ululemr olanın herhangi bir kabahati sebebiyle terk edilemeyecek mutlak bir emir olarak anlaşılmıştır. Söz konusu prensibin bu şekilde anlaşıldığının en önemli ispatı “hilaf-ı şeriat” inkılaplara karşı Şeyh Said isyanından başka ciddi bir başkaldırının ortaya çıkmamış olmasıdır. İnkılaplar hoşa gitmese dahi işi devlete başkaldırmaya kadar vardırmak muhafazakar Türk’ün aklının ucundan geçmemiştir. Aksine inkılaplar ile gelen “hilaf-ı şeriat” tatbikatların etrafından dolanılmış, Said Nursi’nin ifadesiyle alamet-i küfür olan ve secde kabul etmeyen siperlikli şapka ters çevrilmiş, secdeye getirilmiş ve Müslüman edilmiştir:

“Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşallah Müslüman edecek.”

Muhafazakarlığın Açmazı: Tarihi Parçalara Ayırmak

Devlete bağlılık noktasında en az milliyetçi kesim kadar iddialı olan muhafazakar kesimin en önemli açmazlarından biri Erdoğan’a kadar gelen liderlerin -kısmen mecburiyetten- Türk tarihini partikülarize etmesi ve tarihin bir kısmına sahip çıkarken diğer kısmını reddetmesiydi. 70’li yıllarda muhafazakar seçmenin en önemli lideri konumunda olan Süleyman Demirel’in 2005 yılında Bülent Ecevit ile girdiği Sultan Vahdettin münakaşası bu konuda son derece besleyici bir örnek olacaktır. Ecevit Sultan Vahdettin için “Hain değildir” derken Demirel “Türkiye böyle bir beyanı kaldıracak durumda değildir” diyerek itiraz etmişti. Oysa hesap tersten işlemeliydi. Ecevit’in hitap ettiği kitlenin önemli bir kısmı için Sultan Vahdettin bir hain iken Demirel’in kitlesinin önemli bir bölümünün nazarında talihsiz padişahtı. Buna rağmen Demirel’in alışageldiği retorik bu gerçeği teslim etmesine mani oluyordu. Bunun en önemli sebebi Celal Bayar’dan Demirel’e müdevver Atatürk hassasiyeti ve Sultan Vahdettin’e yönelik böylesi bir iade-i itibarın Atatürk’e karşıtlık olarak okunacağı kanaatiydi. Demirel’in teslim edemediği hakikat, muhafazakar Türk’ün devletin başı olmak itibarıyla Sultan Vahdettin’i Atatürk’ten farklı görmediği ve ikisine de kusurları ve kabahatlerine rağmen hürmet etme ihtiyacı duyduğu gerçeğiydi. Cumhurbaşkanlığı dönemi dahil hayatının hiçbir evresinde devleti sembolize etmeyi başaramamış, dahası 71 Muhtırası ve 80 İhtilali ile iki defa başbakanlık koltuğuna veda etmiş olan Demirel yegane çareyi Türk tarihinin bir kısmını mahkum etmekte görmüş ve böylece “iyi saatte olsunlar” ile iyi geçinmeye gayret etmişti. Siyasi mesuliyetleri bittikten ve bir köşeye çekildikten sonra dahi böylesi bir dili kullanması Demirel’in siyasi kapitalinin sınırlarını gözler önüne sermesi bakımından mühimdir.

Atatürk ile inkılaplar üzerinden tarihi hesaplaşmaya girmeyi siyasi sermaye haline getirmiş bir damar olduğu ve bu damarın önemli bir kısmının AK Parti’ye oy verdiği elbette yadsınmaz bir gerçektir. Söz konusu kitlenin önemli bir bölümü için Atatürk siyasi bir figür olarak hata-sevap ölçeğinde değerlendirilmiyor. Aksine kendisini üzerinden yeniden ürettiği bir öteki anlamına geldiği için müsamaha ile bakılması yok edici etkiler yaratan merkez bir figür anlamına geliyor. Bu kan davasının bitmesi söz konusu hareketlerin inkıraza uğraması anlamına geliyor. Buna mukabil merkezde siyaset yürüten bir partinin lideri olarak Erdoğan’ın Atatürk üzerinden bir siyasi pozisyonlanma ortaya koyması muhafazakar Türk seçmeni açısından çok önemli bir dönemeci ortaya koyuyor. Zira Erdoğan devlete ve tarihe baktıkça bir kısmını kabul etmek bir kısmını reddetmek şaşılığını izale edici bir siyaset ortaya koymaya gayret ediyor. İktidarının ilk yıllarından bugüne kadar Osmanlı’ya iade-i itibarda bulunan Erdoğan’ın bu itibarı Atatürk ile birleştirmesi toplumun her kesimine tarihi hatalar ve sevaplarla bir bütün olarak kabullenmeyi telkin eden bir mesajdır. 15 Temmuz sonrası paradigma göz önünde bulundurulduğunda bunun ne anlama geldiği son derece anlaşılır bir hal alıyor.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası