Türkiye’nin tecrübe ettiği siyasi ve toplumsal dönüşümü –başka birçok göstergenin yanında– siyaset diline hakim olan büyük anlatılardan okumak da mümkündür. Dönüşümün ve dönüşüme karşılık üretilen büyük anlatıların 90’lardan sonraki versiyonları hafızalarımızda canlılığını koruyor. Merhum Necmettin Erbakan’ın başbakanlığıyla görünür olan siyasi ve toplumsal dönüşüme karşılık olarak 28 Şubat sürecinde “irtica” ve “Türkiye, İran olmayacak” anlatısı tedavüle girmişti. Refah Partisi’nin yükselişiyle ülkede irticanın hüküm süreceği iddia edilmiş ve Türkiye’nin İran gibi teokratik bir otoriterliğe dönüşeceği korkusu topluma hakim kılınmıştı. Ne bu büyük anlatıyı üretenler ne de ona inananların konuştukları konu hakkında pek bir fikri yoktu. Gerçeği perdeleyen büyük anlatıları üretmek için Türkiye ile İran’ın dini, kültürel, etnik, siyasi ve tarihi farklılıkları hakkında çok da bilgi sahibi olmaya gerek yok. Birkaç parametredeki yüzeysel benzerlik büyük anlatıyı kurmak için yeterli.
28 Şubat askeri müdahalesi “Türkiye, İran olacak” büyük anlatısı sayesinde toplumsal destek buldu ve başarıya ulaştı. Ama çok şükür Türkiye’nin hiçbir zaman İran olacağı da yoktu. 2002’ye gelindiğinde Türk siyasetinde varlık gösteren AK Parti başka bir dönüşümün göstergesiydi. 90’larda önü kesildiği zannedilen ancak hakikatte doğal mecrasında ilerlemesine müsaade edilmediği için basıncı artan muhafazakar talepler kendini AK Parti ile dışa vurdu. “Türkiye, İran olacak” anlatısı 90’ların Türkiye’sinde işe yaradı ancak 2000’lerin toplumsal ve siyasi talepleriyle karşılaştırıldığında oldukça kaba, sert ve ikna kabiliyetinden uzaktı.
Ne İran Ne de Malezya
Türkiye’de rejimin değişeceği masalına kimseyi inandırmak imkanı kalmayınca rejim değişmeden İslamlaşmayı anlatan “ılımlı İslam” anlatısı sahneye sürüldü. “İrtica”nın yerini “ılımlı İslam” alırken Türkiye’nin İran değil fakat Malezya olma tehlikesinden bahsedilir oldu. Büyük anlatının ögeleri değişse de amacı ve işleyiş biçimi aynı kaldı; yükselen toplumsal ve siyasi değişim taleplerini baskılamak, toplumun geri kalanını da korkutarak baskılama sürecine rıza göstermesini temin etmek.
Tabii ki Türkiye Malezya da olmadı. Dahası Malezya olmak Türk toplumunda olumlu veya olumsuz bir karşılık üretmiyordu. Büyük anlatı “İran olmak”tan “Malezya olmak”a evrilerek incelse de dönüşümü durdurmak için hala çok kaba, sakil ve hoyrattı. Üstüne büyük anlatının baskılamak istediği siyasi dönüşüm 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gerçekleşen 27 Nisan e-muhtıra sürecinden güçlenerek çıkmıştı. Büyük anlatı bir kademe daha incelerek “hayat tarzına baskı” olarak kendini güncelledi. Anlatıya göre Türkiye’de rejime dönük gözle görünür bir tehdit yoktu ancak AK Parti iktidarı insanların hayat tarzını baskılayarak rejimi değil fakat toplumu İslamlaştırmaya çalışıyordu. Büyük anlatıya göre alkol tüketimi kısıtlanıyor, pornografi yasaklanıyor, kadın sosyal hayattan dışlanıyor, mini etek giyen kadınlar saldırıya uğruyor, Ramazan ayında oruç tutmayanlar dayak yiyor, gençler baskı altına alınıyordu. Üstelik bunların hepsi doğrudan yasaklar, baskılar, müdahalelerle değil dolaylı yollarla, başka kılıflar altında ve aşama aşama hayata geçiriliyordu. Örneğin Türkiye’deki alkol tüketimi kısıtlamalarının birçok Batı ülkesine göre çok daha gevşek olduğu itirazı dile getirildiğinde “Batı’da halk sağlığı için kısıtlanıyor ama Türkiye’de haram olduğu için” karşılığını almak kaçınılmazdı. Keza hayat tarzına baskının somut örneklerinin peşine düşüldüğünde “İktidar baskıyı o kadar sinsice yapıyor ki somut örnek veremiyoruz” cevabıyla karşılaşılıyordu. Bir kez daha büyük anlatının gerçekliği değil işlevi ve işleyişi önemliydi.
AK Parti seçim kazandıkça “hayat tarzına müdahale” anlatısı el yükselterek “diktatörlük ve otoriterlik” anlatısına evrildi. Ancak el yükseltme beraberinde tekrar kabalığı, sertliği ve ikna edicilikten uzaklığı getirdi. Seçimlerin yapıldığı, diktatör olmakla itham edilen liderin seçmeni ikna etmek için meydan meydan dolaştığı, kutuplaştırıcı ve sert bir muhalefetin cari olduğu siyaset ikliminde toplumu bir diktatörün varlığına ikna etmek imkansızdı. Diktatörlük anlatısı bir miktar siyaset sahnesinde kullanılsa da varlığını devam ettiremedi. “Birkaç yıl önce bir diktatörlüğe dönüşmüş ülkede arada ne değişti de bugün diktatörlük laflarından eser kalmadı?” sorusu da diğer sorular gibi cevapsız kaldı.
Müteahhit Başkan, Yazlıkçı Doğasever
Bugünlerde ise sahte çevre, kent ve hayvan duyarlılıkları üzerinden kurgulanan yeni bir büyük anlatı hüküm sürüyor. Sert siyasi anlatıların hepsi miadını doldurmuşken, siyasette Erdoğan karşıtlığıyla kazanılabilecek tüm mevziler kazanılmışken, siyaset dünyada ve Türkiye’de popülist bir düzleme kaymışken bunlara uyumlu yumuşak, incelikli ve daha kapsayıcı bir büyük anlatı karşımızda. Sahte duyarlılıklar etrafında üretilen yeni büyük anlatı öncelikle diğerleri gibi konuşulması gereken esas meseleyi perdelemeye yarıyor. Ekonomik, siyasi ve ideolojik ayrımlar sahte duyarlılıklar üzerinden geri plana atılıyor ve yeni cepheler imal ediliyor. Kaz Dağları’nda yazlığı olan meşhurlar Kaz Dağları ile alakası olmayan bir alandaki madencilik faaliyetleri üzerinden Kaz Dağları ve çevre duyarlılığı mesajı veriyorlar. CHP’li belediyelerin lojistik imkanları, meslek sorunlarından başka her şeyle ilgilenen meslek odalarının mobilizasyonu ve uluslararası basının ülkemizdeki uzantılarının verdiği medya desteği sayesinde kentli lümpenler de duyarlılık gösterisinde kah izleyici kah takdir edici kah odun kesici kah hık deyici olarak yerlerini alıyorlar.
Sahte duyarlılık temaşası sayesinde Kaz Dağları’nda milyonluk villa sahibi olan meşhurlar ile otobüslerle Kaz Dağları’na taşınan lümpenlerin sınıfsal farklılıkları silikleşiyor. Bodrum, Çeşme, Fethiye’nin talan edilen kıyılarında ve ormanlarında bir değil birden fazla yazlığı olanlar ile kent ve doğa duyarlılığı temaşasında yer almak isteyen lümpenler aynı siyasi potada eritilebiliyor. İstanbul ve diğer büyükşehirlerdeki çarpık kentleşmeden, deprem toplanma alanlarına AVM inşa edilmesinden, yeşil alanların imara açılmasından rahatsız olanlar ile lüks sitelerin, AVM’lerin, plazaların müteahhitleri aynı sahte duyarlılıkta buluşabiliyor. Neticede İstanbul’un en çok AVM barındıran ilçesinin –üstelik adı geçen ilçede AVM müteahhidi olan– belediye başkanı çarpık kentleşmeden şikayetçi olanların oyuyla büyükşehir belediye başkanı seçilebiliyor.
Grandiyöz Hezeyan
Lümpenler ile meşhurları aynı sahte duyarlılıklara sahip kılan büyük anlatı siyasi işlevinin yanında toplumsal alanda lümpenlerin üstünlük vehimlerini ve iptilalarını körüklüyor. Şehirli lümpenler eğitimli, bilgili, görgülü, nitelikli olduklarına dair bir büyük anlatı geliştirmişlerdi. Bir nevi grandiyöz hezeyan olan bu anlatı “göbeğini kaşıyan adam, koyun, çomar, bidon kafalı” ifadeleriyle sık sık kaba saba, nobran ve bir o kadar kibirli surette tezahür edegeldi. Ancak üstünlük anlatısı da bir miktar yumuşaklık ve incelik gerektirdi. Nasıl ki “Türkiye, İran olacak” gibi sert bir söylemin karşılığı kalmayıp “hayat tarzına baskı” gibi yumuşak bir söyleme ihtiyaç duyulduysa “göbeğini kaşıyan adam, koyun, bidon kafalı” gibi sert anlatıların da karşılığı kalmadı. Grandiyöz hezeyanı nobranlık, kabalık ve kibri dışa vurmadan ifade edecek yumuşak bir büyük anlatıya ihtiyaç duyulduğu oranda sahte hassasiyetler yaygınlık kazandı.
Geldiğimiz noktada elimizde sahte bir kent, mimari ve mekan duyarlılığı; talan edilen kıyılarda ve ormanlarda villaları olan meşhurlar ve müteahhit belediye başkanlarıyla beraber ifade edilen bir çevre hassasiyeti; protesto için gittiği maden sahasında yerdeki kaya parçalarını altın bulmak ümidiyle kırmaya çalışan bir yeşil savunuculuğu var. Tüm bu hassasiyet anlatıları siyaset karşıtı bir perde işlevi gördüğü kadar hassasiyet iddia ettiği meselenin esasını konuşmayı ve haklı eleştirileri dile getirmeyi de engelliyor.
Sahte hassasiyetler üzerine kurulan büyük anlatıyı en iyi anlatan enstantane İzmir’deki elim orman yangını vakasında yaşandı. Yangının daha fazla yayılmasını önlemek için yayılma yönünde kontrollü bir karşı ateş yakarak yangınla ormanın geri kalanının irtibatını kesmeye çalışan, üzerinde resmi üniforması olan orman mühendisi aslında yangın alanına yaklaşmaması gereken sahte duyarlı siviller tarafından darp edildi. Diz boyu cehalet fakat ondan da fazla bilmek vehmi, sahte duyarlılık ve onun beslediği siyasi körlükle birleşince duyarlı olduğunu iddia ettiği meselenin aleyhine netice doğurdu. Örnekte görüldüğü gibi siyasetimizi, toplumumuzu, doğamızı, kentlerimizi her şeyden fazla sahte duyarlılık ve büyük anlatılardan korumamız gerekiyor.