Çevre konularının uluslararası platformlarda ciddi bir şekilde öne çıktığı ve ilk kez çevre ve kalkınmanın birbirleriyle yakından ilişkili olduğunun kabul edildiği Stockholm Deklarasyonu’nun üzerinden 50 yıl geçti. Bu süre zarfında pek çok çevresel probleme karşı ortak bir tutum sergilendi, anlaşmalar yürürlüğe girdi, ciddi adımlar atıldı. Ancak bugüne kadar karşılaştığımız belki de en önemli ve büyük ölçekli problem olan iklim değişikliği, hala önümüzde aşılması gereken bir engel olarak duruyor.
İklim değişikliğinin sebep olacağı korkutucu sonuçları gösteren çok sayıda araştırma bulunuyor. Bunların en önemlilerinden biri olan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 6. Değerlendirme Raporu, küresel çapta acil eyleme geçilmezse ne gibi felaket senaryolarıyla karşılaşacağımızı ortaya koyuyor. Rapora göre, emisyonlardaki artışın aynı şekilde devam etmesi halinde, yüzyıl sonunda küresel sıcaklık artışının, sanayi öncesi döneme kıyasla 3oC’den fazla gerçekleşeceği tahmin ediliyor ve bunun da geleceğimiz için olumsuz sonuçlar doğurması kaçınılmaz. Üstelik iklim değişikliğiyle mücadele, daha önce hiç olmadığı kadar gündemdeyken dahi son on yıllık dönemde küresel emisyonlar tarihi zirvelerini görmeye devam ediyor. Bu gidişatı tersine çevirmek ise enerji politikalarına vereceğimiz önem ile mümkün olacak.
Umut Vadeden Yıllar
2015’te gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) 21. Taraflar Konferansı (COP21) neticesinde Paris Anlaşması’nın kabul edilmesi, iklim değişikliği açısından son derece kritik bir dönemeçti. Zira bu anlaşma ile tüm ülkeler iklim kriziyle mücadelede ortak bir tavır belirlediklerini duyurmuşlardı. Takip eden süre zarfında anlaşmanın uygulanmasına yönelik usul ve esasların belirlenmesi de 2021’de gerçekleştirilen COP26’da tamamlandı. Gecikmeli de olsa Paris Anlaşması’nın uygulanabilir hale getirilmesi, oldukça önemli bir başarı olarak görülmelidir.
Ek olarak dünyanın en gelişmiş yedi ekonomisinin oluşturduğu G7 ve en büyük 20 ekonomisinin yer aldığı G20 platformları marjında da uzun süredir iklim değişikliğiyle mücadele konusu gündemde. Bu kapsamda özellikle etkin olmayan fosil yakıt sübvansiyonlarının dışlanması ve kömür yatırımlarının azaltılmasına yönelik kararlara pek çok liderler bildirgesinde rastlamamız mümkünken, geçtiğimiz yıl COP26 sonucunda kabul edilen Glasgow İklim Paktı’yla uluslararası iklim müzakereleri tarihinde ilk kez bir sonuç metninde kömür ve fosil yakıtlara yönelik atıflar kabul gördü.
Tüm bu olumlu gelişmelere yenilenebilir enerji alanındaki maliyet düşüşleri de eşlik etmiş, fosil yakıt ağırlıklı ve yüksek emisyona sebep olan enerji bileşimlerinin dönüştürülmesinin önü açılmıştı. IPCC raporunda yer verilen bilgilere göre, 2010’dan bu yana güneş enerjisi alanında yüzde 85, rüzgar enerjisi alanında ise yüzde 55’e varan bir maliyet düşüşü gerçekleşti. Aynı dönemde, elektrikli araçlar için çok önemli bir girdi olan lityum-iyon batarya maliyetlerinde de yüzde 85’lik bir düşüşün tespit edildiği raporda, ayrıca elektrikli araç sayısındaki üretimin de 100 kat arttığı bulgusu paylaşılmıştı. Ancak 2021’in sonlarında bu olumlu hava dağılmaya başladı, yerini bölgesel gerilimlerin ve bir türlü tam anlamıyla aşılamayan pandeminin olumsuz etkilerine bıraktı.
Pandemi ve Bölgesel Krizlerin Getirdiği Karamsarlık
Tüm dünyada yıkıcı sonuçlara yol açan pandemi, ekonomileri ve ekonomik faaliyetleri durma noktasına getirmiş, bu sayede küresel emisyonlarda ciddi bir azalma yaşanmıştır. İklim krizi açısından bu gelişme, başta Birleşmiş Milletler olmak üzere çeşitli kuruluşlar tarafından ekonomilerin daha yeşil bir büyüme modeliyle toparlanması için fırsata çevrilmeye çalışılmıştır. Ancak geldiğimiz nokta itibarıyla bu girişimlerin ilk etapta sonuç veremediği, ekonomik faaliyetlerin yeniden başlamasıyla küresel emisyonlarda rekor seviyede artış sergilendiği görülüyor. Üstelik yeterli bütçe oluşturmakta problem yaşayan ve iklim değişikliğiyle ilgili bütçe ayırmakta seçici davranan gelişmekte olan ülkeler, pandemi dolayısıyla bir de yüksek borçluluk oranlarıyla mücadele etmek durumunda kaldılar; bu da onları iklim krizini, ulusal gündemlerinde geri plana atmak zorunda bıraktı.
Gelişmekte olan ülkelerin tersine tarihsel sorumluluklarının getirdiği emisyon azaltma ve küresel mücadelede finansman sağlama yükümlülüğü bulunan gelişmiş ülkeler ise 2021’in sonlarından itibaren Rusya-Ukrayna arasındaki artan gerilimin etkilerini hissediyorlar. Bu zamana kadar iklim değişikliğiyle mücadelede küresel liderliği üstlenmeye çalışan ve bu doğrultuda politikalarına yön veren AB’de, nükleer ve doğal gaz yatırımlarının geçici bir süreliğine de olsa “sürdürülebilir yatırım” olarak nitelendirilmesi ve böylece bu alanlarda yapılacak yatırımların görece düşük maliyetlerle gerçekleştirilmesinin önünün açılması dikkat çekti. AB’li liderler her fırsatta yenilenebilir enerjiye yönelik politikalarını ve iklim hedeflerini daha da iddialı hale getireceklerini duyuruyorlar. Buna karşın AB’nin, Rus kaynaklarını dışladığı takdirde ihtiyaç duyduğu enerji arzını karşılayacak yenilenebilir enerji kaynaklarına henüz sahip olmadığı açık. Mevcut dinamiklerle AB’nin enerji ihtiyacını karşılamak için nükleer dışında kalan tek alternatifi yine fosil yakıtlar. AB’nin, Rus kaynaklarına olan bağımlılığının azaltılmasını stratejik çıkarları çerçevesinde değerlendiren ABD ise AB’ye yapmakta olduğu sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) ihracatını artıracağını duyurdu. AB’nin diğer önde gelen LNG tedarikçisi ülkelerle de benzer şekilde ticari ilişkilerini artıracağını öngörmek mümkün gözüküyor. Ancak uzmanların üzerinde birleştiği görüş, bu kaynakların hiçbirinin Rus kaynaklarının yerini tutabilecek büyüklükte olmadığı yönünde.
Bu sebeple de AB ülkeleri çözümü, başta nükleer santraller ile kapatma kararı aldıkları kömür santrallerinde arıyor. Fransa ve İngiltere yeni teknolojilerle donatılmış nükleer santrallerin inşasını düşünürken, çeşitli haber kaynaklarına göre İtalya, geçici bir süreliğine kömür santrallerini yeniden aktifleştirmeyi değerlendiriyor. Almanya’da ise kömürden çıkışın durdurulmasına yönelik çağrılara rastlanıyor. Bu haberler hiç şüphesiz fosil yakıtlara dayalı büyüme modellerine sahip AB ülkelerince yakından takip ediliyor. Kısacası Ukrayna krizi sonucu, AB için Rus enerji kaynaklarına olan bağımlılığı terk etmenin, iklim değişikliğine karşı önlem almaktan daha önemli noktaya geldiğine tanıklık ediyoruz.
İlaveten AB’nin yeni tedarikçi arayışı, küresel enerji pazarında da ses getirmiş olup, fosil yakıt kaynaklarına sahip ülkeler için Avrupa ülkeleri yeni bir pazar olma potansiyeli taşır hale gelmiştir. Son gelişmeler neticesinde özellikle zengin kömür ve petrol kaynaklarına sahip gelişmekte olan ülkelerde bulunan enerji şirketlerinin hisse senetlerinde bu beklentiler dahilinde ciddi değer kazanımları yaşanmıştır. Bu durumda ülkelerin ve özel sektörlerin iklim değişikliği mücadelesini ne ölçüde ekonomik çıkarlarının önüne koyacağı, gezegenimiz açısından belirleyici olacaktır.
Çözüm Enerjideki Dönüşümde
Bütün olumsuzluklara rağmen topyekun eyleme geçilmesi halinde 1.5oC hedefi hala ulaşılabilir konumda olup bunun başarılabilmesi için tüm ülkelerin daha fazla çaba harcaması elzem. IPCC verilerine göre 2019 itibarıyla toplam sera gazı emisyonlarının yüzde 34’ü enerji arz sektöründen gelirken, onu yüzde 24 ile sanayi, yüzde 22 ile tarım, ormancılık ve arazi kullanımı takip ediyor. Bu sektörlerin ardından ise son sırada yüzde 15 ile ulaştırma ve yüzde 6 ile bina sektörü geliyor. Bu tablo, atılacak adımlar arasında en fazla sonuç doğuracak olanın enerji sektörü olduğunu işaret etmekle birlikte, dünya genelinde ihtiyaç duyulan karbonsuzlaşmanın tersine bir gidişat gözlemleniyor. Her ne kadar pek çok ülke yeşil dönüşüm hedeflerini ve politikalarını açıklamakta olsalar da enerji paradigmasında yaşanan değişim, aslında bu politikaların belli birtakım temellerden eksik olarak şekillendirilmiş olduğunu gösteriyor.
IPCC raporuna göre 1,5oC hedefi için 2030’a kadar yıllık bazda 24 gton sera gazı azaltımı gerekmekte olup yenilenebilir enerji kaynaklarından güneş ve rüzgar bunun 1/3’ünü karşılıyor. Bu sebeple tüm ülkelerin yenilenebilir enerji alanındaki çalışmalarına hız vermeleri önemli. Kısa vadede ise iklim değişikliğiyle mücadelede fosil yakıtların en azından geçiş süreci çerçevesinde değerlendirileceği yeni paradigmada farklı politikaları göz önünde bulundurmamız gerekiyor. Dünyanın yönünü çevirdiği eksen, önümüzdeki yıllarda şimdiye kadar çokça eleştirilen denkleştirme politikalarına daha fazla rastlayabileceğimizi gösteriyor. Ayrıca karbon yakalama ve saklama yöntemlerinin hem ekonomik hem de lojistik olarak elverişli hale getirilmesine yönelik çabalara da hız vermek önemli bir adım olacak.
Gelişmeler ışığında ülkemiz, Cumhurbaşkanımızın önderliğinde belirlenen 2053 net sıfır emisyon hedefi ve Yeşil Kalkınma Devrimini gerçekleştirebilmek adına çok önemli adımlar atıyor. Ülkemiz yenilenebilir kurulu gücü bazında dünya 12’ncisi ve Avrupa beşincisi konumundadır. Ayrıca Türkiye, jeotermal enerji kapsamında Avrupa lideri, hidrolik enerjide ise ikincidir. Yenilenebilir enerji alanındaki bu yüksek potansiyeline erişmekte kararlı olan ülkemiz, Ulusal İklim Değişikliği Stratejisi ile İklim Değişikliği Eylem Planı çalışmalarına hız vermiştir. Başarıyla gerçekleştirdiğimiz İklim Şurası sonucunda kapsamlı bir sonuç bildirgesi hazırlanmış olup; Ulusal Enerji Planı’nın oluşturulması, yenilenebilir enerji kaynaklarının en üst düzeyde kullanımının sağlanması ve bu teknolojilere yönelik Ar-Ge faaliyetlerinin desteklenmesi, karbon yakalama ve depolama faaliyetlerine yönelik yol haritasının belirlenmesi gibi kararlar alınmıştır.
Gezegenimizin geleceği bugün belirlenecek önceliklere bağlıdır. Unutulmamalıdır ki iklimler geri dönüşü olmayan şekilde dönüşmeden, karar alıcıların önceliklerini bir an önce değiştirmeleri kaçınılmazdır. Türkiye olarak biz üstümüze düşeni fazlasıyla yaparken diğer ülkeleri de mücadelemize destek olmaya davet ediyoruz.