Türkiye’de 20. yüzyıla damgasını vuran en önemli toplumsal travmaların üst sıralarında başörtüsü yasakları yer alıyor. Son 60 yılda farklı dönemlerde ısrarla gündeme getirilen başörtüsü yasağının ülkenin sosyal ve siyasi olgunlaşmasına verdiği zararın bilançosu rakamlarla telaffuz edilemeyecek kadar yüksek. Yıllar boyunca irtica tehdidi adı altında, milyonlarca gencin eğitim hakkını elinden alan zihniyet, çok daha fazla kişinin çalışma ve yaşam kurma hayallerini de yok etmişti. 28 Şubat postmodern darbe süreci bu uygulamaların zirveye çıktığı yıllar oldu. Bunun sebeplerini dillendirirken yapılan manipülatif ve gerçek dışı yorumlar, sorunun kökenlerini kavramaktan da uzaklaştırıyordu. Geçtiğimiz günlerde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) eski Milletvekili Fikri Sağlar’ın “Türbanlı hakimin karşısına çıktığımda adaleti sağlayacağından kuşkuluyum” sözleriyle yeniden gündeme gelen söylemin, uzun bir geçmişe dayanan yaklaşımdan beslendiğini göz ardı etmeden meseleyi kavramak gerekiyor.
19. yüzyılda Avrupa’da sanayi devrimi ve Fransız ihtilaliyle beraber gelişen seküler paradigmanın egemen olduğu sınıfların ülke yönetimlerinde söz sahibi olmasıyla birlikte, tepeden inmeci yeni insan ve toplum tanımları da geliştirilmeye başlandı. Birinci Cihan Harbiyle devri kapanan imparatorlukların ardından ortaya çıkan ulus devlet modelleri de tepeden inme, seçkinci yeni sosyal sınıfların elinde yeniden doğdu. Osmanlı’nın son dönemlerinde Abdullah Cevdet, Cenevre’de çıkardığı İctihad isimli dergisinde, Müslümanların sorunlarını çözme adına bazı tartışmaları başlattığı sırada, Fransız bir edebiyatçı sorunun çözümü için “Kur’an’ı Kapa, Kadınları Aç” teklifinde bulunur. Abdullah Cevdet bu teklif karşısında biraz şaşırır ve daha farklı bir açılım getirdiği iddiası ile bu söze şöyle bir karşılık verir: “Hem Kur’an’ı hem kadınları aç”
Seçkinci Kadronun İktidarı
Türkiye Cumhuriyeti de var olma savaşının verildiği bir yüzyılın ilk çeyreğinde, kadın erkek, genç yaşlı her kesimin mücadelesi sonucunda büyük bir badireden kendini kurtardı. Topyekün verilen mücadelenin ardından, kendini seçkin addeden kadroların kararlarıyla, ülke yeni bir dizayn ile kurgulanmaya başlandı.
Geçmişe ait birçok kurum ve imkan devam etmesine rağmen, fikri ve teorik olarak kendisini ayrıştıran yeni kadroların hedefinde, dünyada hızla yayılan seküler pozitivist anlayışın eğitim, yönetim ve kent yaşamına hakim kılınması vardı. Anadolu’da yiyecek ekmek bulunamadığı dönemlerde, halkın kılık kıyafetiyle ilgili kararlar, acımasız ve sert bir şekilde tatbik edildi.
Makbul Cumhuriyetçi Ama Meclis’e Giremedi!
İstiklal mücadelesinin kadın kahramanlarını anlatan tarih kitaplarında yer alan Hafız Selman İzbelli bunun en önemli örneklerinden biridir. Kastamonu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin kadın önderlerinden Hafız Selman İzbelli, mücadele sırasında kadınları örgütleyerek, cephedeki askerlere yardım ve kıyafet hazırlıklarını organize etmişti. Savaş sonrasında kendisine milletvekilliği teklifini, “Ben hafızım. Başımı açmam doğru olmaz” diyerek geri çevirmişti. Cumhuriyet çevreleri tarafından örnek cumhuriyet kadını olarak gösterilen İzbelli’nin neden Mecliste yer alamadığını sorgulamak kimsenin gündemine bile gelmedi.
Ülkenin ve vatanın müdafaasında her türlü fedakarlığı ve görevi üstlenen Anadolu insanının kendi inanç ve değerleriyle devlet kadrolarında yer almasının önündeki engeller uzun yıllar kaldırılmadan devam etti. Bartın Belediyesi 1926’da aldığı kararla, kadınların sokakta peçe, peştamal ve ağbani (başörtüsü) takarak gezmelerine yasak getirdi. Bu kararı bir modernlik göstergesi olarak sunan gazetelerde, Türk kadınının siyasal hayata katılımı sonrasında şapka ve kostüm giyerek yaşam içinde var olduğu ballandırılarak anlatıldı. Dinin böyle bir emri olmadığı, başörtüsünün derebeylik ve güvensizlik devrinin sonucu olduğu söylenilerek, yeni dönemin kendine göre itikadi altyapısı da oluşturulmaya çalışıldı. Tek parti devleti Türkiye’sinin halka hesap vermeyen bir anlayışla aldığı kararın tartışılması dahi söz konusu olmadığı gibi devlet ve toplum arasında keskin bir elit ayrımı da yapılmıştı. Kendisini seçkin gören devleti yöneten kadrolar, halk arasından devlet kadrosuna geçiş için kendi yaklaşımlarının kabulünü şart koştu. Bu talep, bin yıldan beri örf ve inancıyla beraber devletiyle bütünleşen bir memlekette ise ağır sancılar yaşanmasına sebep oldu. Bu zihniyet, 1940’lardan itibaren köyden kente göçlerin artmasıyla birlikte yeni talepleri de Cumhuriyet devrimleri adına ısrarla geri çevirmeye devam etti.
Kadınların kamusal alanda başlarının örtülmesiyle ilgili ilk “olay” Mart 1955’te yaşandı. Diyanet İşleri Başkanlığı bir genelge yayımlayarak bünyesinde çalışan kadınların başlarını örtmesini istemişti. Haberin duyulması üzerine Cumhuriyet gazetesi “Diyanet İşleri Binası cami değildir” başlıklı bir açık mektupla yaklaşımını göstermiş, ardından “İnkılaplarımızı Nasıl Koruyabiliriz?” konulu bir makale yarışması düzenlemişti. 1960’larda Şule Yüksel Şenler’in öncülüğünde kentli Müslüman kadının örtünmesiyle ilgili harekete de ağır eleştiriler yöneltildi. 1964’te Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan başörtülü okumak istediği için okuldan ayrılmak zorunda kaldı.
CHP’de Söylem Halkçı, İcraat İse Yasakçı
CHP bu zihniyetin bekçisi ve ikame ettiricisi olarak ara rejim dönemlerinde sürekli olarak kendisini gösterdi. 1950 seçimlerinden sonra halkla arasındaki keskin ayrım nedeniyle tek parti iktidarını uzun yıllar göremeyen CHP, başörtüsüyle okumak isteyen gençlerin önünde en büyük engellerden biri oldu. Karaoğlan, Halkçı Ecevit söylemleriyle 1970’lerde, önceki yıllara göre daha geniş tabana yayılan halk desteğini bulduğu zamanda dahi, hiçbir şekilde katı tutumundan taviz vermedi. Öyle ki Bülent Ecevit’in başbakan olduğu 1978’de CHP hükümetinin Çalışma Bakanlığı ilk defa resmi olarak kadın memurların başörtüsü örtmelerini yasakladı. 1970’lerde Anadolu’nun dört bir yanından kız öğrencilerin örtünme hikayeleri gelmeye başladı. 1972’de Ankara Barosu’na kayıtlı Emine Aykenar örtünmeye karar verdikten bir süre sonra “laikliğe aykırı tutumdan” dolayı Baro’dan atıldı. Dönemin Baro Başkanı Yekta Güngör Özden, baronun yayınladığı broşürde konuyla ilgili olarak şöyle yazmıştı: “Biz bunu barodan söküp atmasak, örtülüler dolduracak her tarafı.” İlginçtir ki Yekta Güngör Özden, bu kararından 20 yıl sonra Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak 28 Şubat devrinin başörtü ve imam hatip karşıtı uygulamalarının baş savunucularından biri oldu.
Defalarca Anayasa Mahkemesine Gittiler
12 Eylül darbesinin öncesinde üniversitelerde yayılan yasaklar, her geçen gün farklı şehirlerde artarak devam etti. Atatürk Üniversitesi türbanlı veya sakallı fotoğraf ile mezun olmak isteyen öğrencilere diploma vermedi. TBMM'ye izleyici olarak gelen başörtülülerin Meclis locasından atılması için milletvekillerinden Meclis başkanına çağrıda bulunuldu. 12 Eylül döneminde de aynı baskıcı tavır devam etti.
Kenan Evren tarafından yapılan darbenin ardından 1983’te üniversitede önce serbest bırakılan başörtüsü, Danıştay’a götürülerek tekrar yasaklandı. 1984’te kaldırılan başörtüsü yasağı 1987’de yeniden yürürlüğe kondu. Turgut Özal’ın girişimleriyle çıkarılan iki düzenleme de Anayasa Mahkemesi’ne götürülerek iptal edildi.
1990’da üçüncü kez çıkarılan kanun Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP) tarafından Anayasa Mahkemesi’ne tekrar götürüldü. Yüksek Mahkeme, 9 Nisan 1991’de 4'e karşı 7 oyla SHP'nin iptal talebini reddetti ve üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakan kanun yürürlükte kaldı. SHP'nin iptal talebinin kabulü yönünde oy veren dönemin Anayasa Mahkemesi üyesi Ahmet Necdet Sezer'in de imzasını taşıyan karşı oy yazısında, yasa yürürlükte kalırsa üniversitede başörtüsünün serbest olacağı vurgulandı.
28 Şubat darbe sürecinin başlamasıyla birlikte Yüksek Öğrenim Kurumu 1997’de kanuna aykırı bir şekilde karar alarak üniversitelerde başörtüsünü yasakladı. Buna göre, başörtülü öğrencilerin değil derslere girmesi, kampüs içinde dolaşmaları bile yasaklandı.
1999’da halkın oylarıyla meclise giren Merve Kavakçı, Demokratik Sol Partili (DSP) milletvekillerin protestolarına maruz kaldı. DSP Genel Başkanı ve Başbakan Bülent Ecevit, Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu ve Devlet Bakanı Hikmet Sami Türk TBMM başkanı Ali Rıza Septioğlu’na giderek “Laik cumhuriyete yakışmıyor” diyerek Merve Kavakçı’yı dışarı çıkarmasını istediler. Bülent Ecevit meclis kürsüsünde söz alarak “Türkiye'de özel yaşamda kadınların giyim kuşamına, başörtüsüne kimse karışmıyor. Ancak burası özel yaşam alanı değildir. Devletin gelenek ve kurallarına burada görev yapanlar uymak zorundadır. Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz” sözleriyle tarihe bir leke olarak geçen o meşhur konuşmasını yaptı.
Başörtüye Hakaret Ödül Bile Alıyordu
2002’de Türk siyasi hayatında dönüm noktası sayılan 3 Kasım seçimlerinin ardından AK Parti ve CHP dışındaki tüm partiler baraj altında kaldığı için TBMM’de yer bulamadı. Ekonomik ve siyasi bir dönüşümün önemli bir adımı olarak görülen seçimler sonrasında Ahmet Necdet Sezer’in Cumhurbaşkanlığı makamı 28 Şubat döneminin bir kılıcı olarak kullanılıyordu. Başörtülü kadınlara hakaret eden kişiye “Atatürk’ün izinde bir ömür” ödülü verilirken, devlet başkanının davetinde hiçbir başörtülü kimse yer almadı.
2002’den 2007’ye kadar başörtülü kamu görevlisi veya üst düzey bürokratların başörtülü eşleriyle ilgili sürekli gündemler oluşturuldu. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde eşi başörtülü olan birisinin aday olmaması gerektiğine yönelik ortalığı ayağa kaldıran CHP, 27 Nisan muhtırasıyla yeni bir darbe süreci de hazırlamaya çalıştı. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal zaman kaybetmeden kameraların karşısına çıktı ve bildiriyi her yönüyle sahiplendiğini kamuoyuna deklare etti; AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ve hükümet üyelerinin karşı duruşuyla boşa çıkan darbe sürecinin ardından yapılan seçimlerde yüksek oy oranıyla yetki yeniden iktidara verildi. 2008’de yapılan düzenleme, CHP’nin karşı oyuna rağmen, 411 milletvekilinin onayıyla kabul edilerek üniversitelerde başörtüsü yasağı kaldırıldı. Ancak kamu görevlisi olarak çalışma yasağı halen devam ediyordu. 2013’te Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın hazırladığı demokratikleşme paketiyle, o yasak da kaldırıldı.
Önce Mahkeme Sonra Başörtülü Aday
Başörtü yasağının kaldırılması kamuoyunda yoğun destek görürken, Kemal Kılıçdaroğlu ve Muharrem İnce’nin de aralarında bulunduğu CHP’li milletvekilleri Anayasa Mahkemesi'ne iptal başvurusunda bulundu. DSP’li milletvekillerinin de desteğiyle gerekli imzayı tamamlayan CHP, değişikliğin iptali veya yok hükmünde kabul edilmesini ve yürürlüğün durdurulmasını istedi.
Başvuruyu kısa sürede değerlendiren Yüksek Mahkeme, çok tartışmalı bir şekilde Anayasa değişikliklerini şekil yönünden inceleme yetkisi olmasına rağmen içeriğe girerek, başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliğini iptal etti ve yürürlüğünü durdurdu. CHP’nin başvurusunun kabul edilmesinin ardından Yargıtay Başsavcılığı da harekete geçti. Anayasa Mahkemesi’nin kararını beklemeyen Başsavcı Abdurrahman Yalçınkaya, 14 Mart 2008’de "laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği" iddiasıyla Anayasa Mahkemesi’nde partinin kapatılması için dava açtı. Kapatma gerekçeleri arasında ise Anayasa değişikliği teklifi ilk sırada geliyordu.
CHP bir taraftan yasakları savunarak bunun öncülüğünü yaparken diğer taraftan da 2008’de ise enteresan bir şekilde başörtülü açılımı adı altında parti programı düzenleyerek çarşaf giyen kadınlara rozet taktı. 2009’da kaset skandalıyla genel başkan değişikliği yaşanan CHP’de yeni başkan olan Kemal Kılıçdaroğlu, "Başörtülü kızlar üniversiteye rahatlıkla girecek ve bunu CHP çözecek" sözleriyle çıkış yaptı. Ancak bir gün sonra "Kızlar okula türbanla gidecek demedim" diyerek sözünü geri aldı.
Ana Zihniyet Değişmedi
2013’te Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, kamuda sürdürülen başörtü yasağını tamamen kaldırarak ayrımcılığa son verdi. Ancak yasağın kaldırılmasının üzerinden yıllar geçmesine rağmen, CHP’nin ana omurgasını oluşturan zihniyetin temsilcisi sayılan isimler, her fırsatta başörtüsü serbestliğinin yanlış ve kabul edilemez olduğunu söylemekten geri durmadı. Anadolu’nun bağrından merkeze doğru süren sosyal değişimin 80 yılda değiştirebildiği bu anlayış, yetkileri yeniden ele geçirdiğinde aynı yasakları yeniden yürürlüğe koymaktan çekinmeyeceğini kendi mahallelerinde dile getirmeye devam ediyor. 28 Şubat sürecinde CHP’nin sahip olduğu yaklaşımın ana omurgasının devam ettiğini gösteren pek çok örnek CHP’de yaşamaya devam ediyor. Bu örneklerin fazlalığı CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun son yıllarda öne çıkartmaya başladığı yaklaşımın, daha önceki süreçlerde olduğu gibi, partisi içinde içselleştirilmediğinin bir işareti.