Kriter > Dış Politika |

Hayalet Avrupa


Irak savaşı sırasında “Avrupa şöyle düşünüyor, Avrupa böyle düşünüyor” diye çıkan yorumlara karşılık Henry Kissenger “Avrupa dediğiniz yer neresidir, telefon numarası kaçtır?” diye sormuştu.

Hayalet Avrupa

Asırlardır tasavvur edilen Avrupa Birliği (AB) fikri 20. yüzyılın ikinci yarısında iki büyük savaşın ardından nihayet vücut bulduğunda dünyanın en büyük barış projesi olarak kabul görmüştü. Hayal gerçek olmuştu. Orta Çağ’da Dante’yle sürdürülen Charlemagne’nin “Büyük Avrupa” fikri, Rousseau ve Kant’ta “Avrupa’da kalıcı barışın sağlanması” için “Avrupa Devletleri Federasyonu” fikrine dönüşmüş, Victor Hugo ise “Avrupa Birleşik Devletleri”nden söz etmişti. Bu büyük idealin yanında ve esasen bu fikrin doğuşuna sebep teşkil edecek onlarca savaş olmuş, 30 Yıl Savaşları’nı Napolyon savaşları izlemiş ancak en kötüsü en sonda gelmişti.

Stefan Zweig Dünün Dünyası’nda 20. yüzyılın ilk yarısında Avrupalı ulusların iktidar savaşının onları Birinci Dünya Savaşı’na nasıl sürüklediğini günbegün anlatır ve nihayet ikincisinin sonunu beklemeden 1942’de karısıyla beraber intihar eder. “Avrupa” ve ortak bir “Avrupalılık” kimliğinin tekamül edeceği Eski Kıta’da insanlar cinnet geçirmiş ve dünyanın sonu gelmiştir. Zweig’ın eşiyle beraber üç yudum içtiği “Veronal” zehriyle Dünün Dünyası’na vedasından dokuz yıl sonra bu cinnet halinin yerini tarihte hiç olmadığı kadar ciddi kıvamda bir “Birlik” fikri alır. Berlin ve Paris’in öncülüğünde –kimilerine göre “ateşkes” kimilerine göre bir “barış projesi” olan– ilk adım atılır. Savaşın iki büyük ham maddesi kömür ve çelik uluslar üstü bir anlaşmaya temel teşkil eder. Bunu 1957’de yine Avrupa ülkelerinin ekonomik bütünleşmesini hedefleyen AET’nin kuruluşu izler.

Baştan beri yani Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu’nun ilk başkanı Jean Monnet’den itibaren şu biliniyor ki “Avrupa ulusları eğer dünya politikasında etkili bir rol oynamak istiyorlarsa tek sesle konuşmak ve bunun kaynağını da ABD’ninkilerle kıyaslanabilecek kadar denetim altına almak zorunda”ydı. Bugünlerde yeniden konuşulan Avrupa Savunma Topluluğu kurma düşüncesi ise daha o zaman Fransa Meclisinde reddedilmişti ve bu hiçbir zaman mümkün olmayacaktı. Dış politika, güvenlik ve savunma politikası konusunda hiçbir zaman ciddiye alınacak en ufak bir adım dahi atılamadı. Nitekim Irak Savaşı sırasında “Avrupa şöyle düşünüyor, Avrupa böyle düşünüyor” diye çıkan yorumlara karşılık Henry Kissenger, “Avrupa dediğiniz yer neresidir, telefon numarası kaçtır?” diye sormuştu. Ekonomik, sosyal ve kültürel alanda ise art arda yapılan anlaşmalarla –Schengen, Maastricht derken Ortak Pazar, ortak sınırlar, ortak para– gerçekten de Avrupa içinde bir taraftan da akıl almaz bir bütünleşme gerçekleşti.

Ancak genişleyip derinleştikçe beraberinde yepyeni sorunlar çıktı. Başka bir deyişle hayal gerçeğe dönüştükçe paradoksal olarak AB heyecanı ivme kaybetti. Halklar kendi iradeleriyle egemenlik haklarından bir kısmını kendi devletlerinin üzerinde bir iktidar alanına iradi olarak vermeyi kabul etmişti ama bir süre sonra ipin ucunun kaçtığı hissiyatı hakim oldu. Çok popüler bir tanıma göre Avrupa başlangıçta önde anne babanın yani Fransa ve Almanya’nın arkada da çocukların yani Lüksemburg, İtalya, Belçika ve Hollanda’nın oturduğu Volkswagen otomobillerin kaplumbağa modeline binip yola çıktıkları bir vasıtaydı. 70’lerden itibaren bir taraftan otomobile yeni çocuklar alındı diğer taraftan da arkadan geleceklerin kaydı yapıldı; İngiltere, Danimarka, İrlanda; 80’lerde güney ülkeleri Yunanistan, İspanya, Portekiz; 90’larda Avusturya, Finlandiya, İsveç Birlik’e katıldı. En nihayet Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra “Bizi de alın” diye başvurularını yapan on ülke de 2004’te otomobile binince artık yarım milyarlık bir nüfusa doğru ilerlendi.

Homurdanmalar da işte ilk o zaman başladı. Üstelik yine başlangıcından bu yana anne ile babanın eşit ağırlıktaki oyları Nice’de yapılan anlaşma gereği babanın lehine değişmiş ayrıca irili ufaklı her üyeye boyu kadar oy hakkı da tanınmıştı. Başta Fransızlar olmak üzere Avrupa’nın kurucu halkları bütün bu gelişmelere ve kendilerine hiç sorulmadan otomobile yeni bir ülkenin alınmasından müşteki olduklarını duyuruyor ve korkuyorlardı. Nitekim 2005’te Birlik’in kurucu iki büyük ülkesinden biri Fransa’da, iki gün sonra da Hollanda’da Avrupa anayasası reddedildi. Şayet Avrupa’nın kurucu ve anayasa konusunda da en ısrarcı ülkesi Fransa’da ve diğer yirmi dört ülkede anayasa kabul edilmiş olsaydı belki Kissinger’a hemen bir telefon numarası söylenemeyecekti ama bir gün dış politikada 450 milyon adına konuşabilecek ehliyette birinin var olabileceğine dair beslenen ümit artacaktı. Zira sembolik bir cumhurbaşkanı olacaktı Avrupa’nın.

 

Birlik’te Ayrılık Sancısı

Nereden nereye? 20. yüzyılın ikinci yarısında kurulan Birlik 21. yüzyılın ilk çeyreğinin sonunda “2024’te hayatta kalacak mı?” diye sorulur oldu. Mesele 20. yüzyılın başındaki gibi Avrupalı devletler arasındaki iktidar mücadelesi ve sürüklenilmesi kaçınılmaz bir savaş değil bu sefer. Pek çok sebebi var. Mesela Sanayi Devrimi’nin peşinden Birleşik Krallık öncülüğünde sömürge gücüne dayanan ve diğerlerini de peşine takarak 1950’den bu yana ABD’nin öncülüğünde palazlanan yeni dünya düzeninin kemale ermiş şekli küreselleşme. Küreselleşmenin en önemli ayaklarından biri diye görülen AB’nin “hiç de demokratik olmayan, halkları hiçe sayan bir sistem olduğu” yönündeki inanç. Fazladan sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş aşamasındaki Avrupa’da işsizlik korkusu. Avrupa’nın eski sömürgelerinden, savaşlardan yahut fakirlikten kaçan ve sınırlarına dayanan mülteciler. 2008 Küresel Finansal Krizi ve çözüm metodu. Krizde ortaya çıkan ve adaletsiz olduğu fark edilen parametreler. Kuzey-güney ülkelerinin farklılığı; biri için reçete olacak uygulamanın diğeri için dezavantaj olması. O kadar ki AB içinde daima Truva atı gibi görülen İngilizlerin Brexit kararı Avrupa’da “Oh gittiler, kalan sağlar bizimle” diye görülmediği gibi gelinen noktada Avrupalı halkların kendi geleceklerine ilişkin hislerine tercüman olmuş görünüyor.

İngiltere’nin ayrılma kararı “birlik” fikrine büyük darbe vurdu. Nitekim daha referandum sonuçları belli olur olmaz İskoçya ve Kuzey İrlanda’dan da ayrılık sesleri yükselirken AB’nin altı kurucu ülkesinden Fransa, İtalya ve Hollanda’da iyice kıvam almış, tabanını genişletmiş aşırı sağcı siyasetçiler kendi ülkelerinde de referandum yapılması çağrısında bulundular. Zevahiri kurtarmak ve başka Brexit’ler yaşanmasın diye Birlik yanlıları Londra’nın kopuşunun şartlarının Lizbon Anlaşması’nın 57. maddesine göre muğlak olduğunu öne sürerken Birlik’e karşı olanlar yahut eleştirel yaklaşanlar ise aslında üyelikten çıkışın koşullarının gayet net olduğunu iddia ediyorlar. Kimilerine göre ise Birlik yanlıları çıkanı cezalandırmak ve çeke çeke göndermek için problem üstüne problem icat ediyor. Bütün bunlar ve yerine düşünülen Berlin-Paris öncülüğünde “Derinleşmiş Avrupa” hayali ise halklar nezdinde geniş kitleler için zaten Brüksel sebebiyle var olan “demokrasi açığı”nın büyümesi ve “Alman nüfuzu”nun daha da güçlenmesi manasını taşıyor. Bu da yeni Brexit’lere yani ayrılma fikrine (mesela Fransa’da) ağırlık kazandırabilir.

İngilizlerin ayrılma tercihlerine temel teşkil eden ulusal bağımsızlık kaygısı ve göçmen korkusu bütün Avrupa’da var olan ve giderek palazlanan bir inanç. O kadar ki Almanya’da aşırı sağın yanında mülteci karşıtı aşırı sol bir hareket de belirdi. Üstelik merkezde de muhtelif retorik siyasi söylem ve uygulamalarla aşırı sağ görüşler ister istemez tahkim ediliyor. Mülteciler konusunda diğerlerinden ayrılan ve göçmenlerin en olumlu karşılandığı ülke olan İspanya dahi rota değiştirdi. Geçen yıl yaklaşık 50 bin göçmeni kabul eden İspanya Başbakanı Pedro Sanchez ve partisi Sosyalist İşçi Partisi (PSOE) “Bir insanlık krizinin önüne geçmek” için son olarak İtalya’nın reddettiği 630 göçmeni daha kabul etmişti. Fakat yılın sonunda Brüksel’deki zirvede İspanya Başbakanı ve Macron’un öncülüğünde göçmenler için bir nevi hapishane gibi merkezler kurulması, bu merkezlerden mülteci olarak kabul edileceklerin hızla ayıklanarak Avrupa içinde dağıtılması ve diğerlerinin de geldikleri ülkeye geri gönderilmesine ilişkin anlaşma kabul edildi. İtalya da “Vişegrad Dörtlüsü” olarak adlandırılan Macaristan, Polonya, Çekya ve Slovakya AB’nin zorunlu kotaları kaldırma kararını sevinçle karşıladı. Anlaşmanın Vişegrad Dörtlüsü için büyük bir zafer olduğu kanaatindeki Macaristan Başbakanı Viktor Orban “Macaristan ‘Macarların ülkesi’ olarak kalacak. Buna kimsenin karışamayacağı böylece kabul edilmiş oldu” dedi.

Avrupa’nın en iyi iletişim ve müzakere uzmanı olmakla nam yapmış AB Komisyonu Başkanı Jean Claude Juncker’e göre “AB içindeki kırılganlık artıyor. Çatlakların boyu büyüyor”. Evet, çatlaklar her geçen gün artıyor. Diğer taraftan göçmen korkusu Schengen Anlaşması’nın sürdürülebilirliğini de tartışır kılıyor. Herkes biliyor ki “Schengen çökerse bu AB’nin sonunun başlangıcı olur.”

 

Eski Kıta’nın Geleceği

Sorular ve korkular AB içinde Avrupa karşıtı siyasi söylemleri ve onların iktidarlarını da güçlendiriyor. İtalya’da popülist partilerin geçen yıl kurduğu koalisyon hükümetinin Başbakan Yardımcısı ve İçişleri Bakanı Matteo Salvini koltuğa oturur oturmaz “Bir yıl içinde, hala birleşik bir Avrupa’nın kalıp kalmayacağı belli olacak” dedi. Salvini Der Spiegel’e yaptığı açıklamalarda Mayıs 2019’da yapılması planlanan Avrupa Parlamentosu seçimlerini işaret ederek “AB’nin bu bir yıl içinde karşı karşıya olduğu sorunlara vereceği yanıtın, birlik projesinin ‘anlamını yitirip yitirmediğini’ göstereceğini” söyledi. Avrupa’da başka Salvini’lerin iktidar olması ihtimal dışı değil.

Nitekim cumhurbaşkanı seçimlerini “Le Pen ya da ben” diyerek kazanan Fransa Cumhurbaşkanı Macron aynı söylemi Avrupa Parlamentosu seçimlerinde de iki tarafı kutuplaştırarak sürdürüyor. Hem Fransa hem Avrupa’daki siyasileri gericiler yani “Avrupa’dan nefret edenler” ve ilericiler “Birlik yanlıları” diye ayırıyor. Macron İtalya’nın yeni hükümetiyle isim vermeden atışırken “Avrupa’da milliyetçilik ve AB düşmanlığı cüzzam gibi yayılıyor ve bu durum dost ve komşu ülkelerde de görülüyor” dedi. Macron doğru söylüyor ancak şu an için “tehdit” olarak gösterilen yarın halk desteğini aldığında bir “gerçek” olabilir. Mayıs’ta yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinde anketlere göre merkezin sağında ve solundaki partilerin aleyhine aşırı sağ, marjinal sol ve Yeşiller’in oyunu yükseltmesi kimse için sürpriz olmayacak.

Diğer taraftan AB’nin ekonomik ve parasal birlik politikası çerçevesinde hayata geçirilen ve yirmi yılını geride bırakan avro da bu arada topun ağzında. Bugün yirmi sekiz üyeli AB’de toplam on dokuz ülkede, 340 milyonluk bir coğrafyada kullanılan ve finansal krizlerle test edilen avro çoktandır tartışma halinde. 2008’deki küresel kriz Avrupa’da pek çok ülkeyi vurdu; Yunanistan başta olmak üzere İspanya, Portekiz, İrlanda gibi ülkeler borçlarını ödeyemedi. Avro nedeniyle varlığını sürdüren düşük faiz ortamı bazı ülkelerin kamu borcunu ciddi seviyelere yükseltti, bazı ülkelerde de büyümeyi yavaşlattı.

Maastricht kriterlerine göre ülkelerin kamu borcunun milli gelirinin yüzde 60’ını geçmemesi gerekirken bu oran Yunanistan’da yüzde 180’lere, kurucu ülke Fransa’da yüzde 100’e çıktı. Ortak para biriminin neden olduğu riskler idrak edilirken kemer sıkma politikaları sebebiyle Yunanistan, İspanya ve İtalya’da avro karşıtı siyasi partiler oylarını yükseltti. Kriz az-çok bilinen kuzey-güney ülkeleri arasındaki ekonomik farklılıkları ve menfaatleri gün yüzüne çıkardı. Büyükler içinde de mesela Fransa’da ekonomistler biraz enflasyon riskine karşılık istihdamı artırmak yönünde bir ekonomi politikasının gerekliliğini savunurken bu Almanya için söz konusu değil. Yani Avrupa Merkez Bankasına tabi on dokuz ülke –ihtiyaçları birbirinden farklı da olsa– ekonomi politikalarını belirlemekte serbest değil elbette.

Entegrasyonunu sağlayan parametrelerin bile şikayet konusu haline geldiği AB’de İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana ilk kez Alman Şansölyesi Merkel’in “Başımızın çaresine bakmalıyız” tespiti ve Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un “Kendini savunan bir Avrupa’ya ihtiyacımız var” sözünün de hiçbir hükmünün kalmadığı görünüyor. Kitlelerin heyecanlı ve coşkulu bir Avrupa’ya ve geleceğine inandıkları dönemde dahi görünmeyen bir şeyin bugünden sonra çıkışına ihtimal vermek neredeyse imkansız. Ünlü Fransız filozof Regis Debray’ın geçen ay çıkan incecik kitabının adı Hayalet Avrupa. Elbette bugünden yarına çökmüş bir Birlik’ten bahsedilemeyecekse de asırlarca hayal edilen bir Avrupa’dan “hayalet Avrupa” diye söz etmek Eski Kıta’nın geleceğinin hiç de parlak olmadığının ifadesi gibi.


Etiketler »  

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için "veri politikamızı" inceleyebilirsiniz. Daha fazlası